Mehmet Nuri BİNGÖL
Köşe Yazarı
Mehmet Nuri BİNGÖL
 

Bastondan Miras

Bastondan Miras                            - hikâye-                             ( Tekke Camii Tefsir Grubuna)      Yaz sıcağıyla taş duvarlar ısınmış, kalın halılar üstünde serinlik arayan üç adam, bir zamanlar dergâh olarak kullanılan bu mütevazı odada buluşmuştu. Güneş ışığı, duvardaki hat levhasının altına asılı tesbihi usulca gölgede bırakıyordu. Odada ağır bir huzur vardı; geçmişin, bilginin ve sabrın kokusu sinmişti taşa.       En köşede oturan İbrahim Hoca, titreyen parmaklarıyla Kur’an-ı Kerim’i okuyor, her harfi içinden gelen bir yakarış gibi fısıldıyordu. Okuduğu her ayet, yıllarca süren hayat mücadelesinin, zahiren kaybolan ama "eskimez yeninin" ve kazandığı çilenin bir yankısıydı sanki. Gözleriyle değil, kalbiyle okuyordu artık.      Yanında, duvara yaslanmış olan Ahmet Nureddin,  gençlik ve ortayaşında ezberleyip muhakeme ettiği vecizeleri sessizce mırıldanıyordu.      Bir yandan da İbrahim Hoca'nın okuduğu tefsir kitabını dinliyordu. Onun bakışları, geçmişe – henüz yıkılmamış hanlara, gölgeli avlulara, ve yitik dostlara – dalıp gidiyordu.       Her nefes alışında, bir zamanlar kalabalık olan bu odanın, şimdi neden bu kadar sessiz kaldığını düşünüyordu.      Öndeki Sadık ise daha gençti. Fakat onun yüzünde de zamanın çizgileri vardı. Belki de bu an, gelecekte arayıp da bulamayacağı türden bir huzur taşıyordu. Bu iki adam onun, fakülteyi yarım bıraktıktan sonra döndüğü atayurdünda ilim-irfan  kahramanlarıydı.             Onlarla aynı odada oturmak, susarak bile çok şey öğrenmekti. Onlar konuşmadan öğretir, yaşamadan anlatmazlardı.       Duvarlarda hiçbir şey değişmemişti, ama farklı açılardan, hatta cemiyet olarak her şey değişmişti. Ve bu üç adam, o taş odada, farklı yolların yolcusu olsalar da aynı menzile yönelmiş gibiydiler: Biraz huzur, biraz hakikat ve bolca sabır...      Yirmi yıl öncesini hatırladı İbrahim Hoca. Burası yine aynı odaydı. Fakat o zamanlar burada şimdi görünmeyen birçok isim vardı:            Derviş Hüsnü Efendi, mahallenin yoksul fakat bilge bakkalı Bekir Amca, genç hafız adayları, çocukların şakalaştığı, çayın fokurdayarak kaynadığı, sohbetlerin geceleri sardığı bir mekândı burası.      İbrahim,  o zamanlar da buradaydı, ama şimdi olduğu gibi sessiz değil. Gençlere tefsir anlatır, eski harflerle yazılmış risaleleri okur, herkesin derdine sabırla kulak verirdi.         Yalnızlıkla erken tanışmış, 28 Şubat postmodern darbe günleri, Corona pandemisi ve 6 Şubat depreminin hazin anları onu ve diğerlerini daha bir kemale erdirmiş gibiydi.Onlar için kelimeler birer yaraydı ama aynı zamanda şifaydı da.      Ahmet Nureddin, o zamanlar, üç beş eserini olgunlaştırmaya çalışan, onları sadece tebliğ gayesinin şahane iklimi için hazırlayan, eli kalem tutan   bir edebiyat öğretmeniydi. Emeklilik ise onun için bir bitiş değil, başka renkli bir devir olacaktı; en azından, öyle olmasını temenni ediyordu.      Evindeki büyük sandığın içinde yıllarca biriktirdiği defterleri, yazdığı kısa notları getirir, gençlerle paylaşırdı. Ne filozofluk taslar ne de sustururdu kimseyi. Herkesin cümlesine yer vardı onun meclisinde. Ama en çok susmanın edebini öğretirdi. **      Bugüne dönelim yine       Sadık, telefonla fotoğrafı çektikten sonra bir an durakladı. Fotoğraf çekerken fark etmediği bir detay gözüne ilişti: Duvarın hemen yanındaki kancada hâlâ Derviş Hüsnü’nün asası duruyordu. Kimse ona dokunmamıştı. O asa şimdi sadece bir baston değil, geçmişin hatırasıydı.      O an fark etti:  Bu oda bir zaman makinesi değil, bir emanetti. Taş duvarları sustuğu kadar çok şey anlatıyordu. Ve her gelen, biraz dinleyerek, biraz susarak, o duvarlara bir iz bırakıyordu.     İbrahim Hoca, okuduğu ayeti bitirdiğinde başını kaldırmadan konuştu:      "Kul oldun mu evlat, taş bile dile gelir… Kalbin taşsa hiçbir kitap açılmaz önüne."      Ahmet Bureddin, başını Sadık’a çevirdi, tebessüm etti:       "Sen artık buranın emanetisin azizim. Biz gidince bu duvarları kim konuşturacak, tabii ki sen ve senin gibi genç dimağlar."      Sadık, ilk defa, tıpkı baraj kapakları açılınca coşkunlaşan ırmak kadar  büyük bir sorumluluk hissetti omuzlarında. Belki de bu fotoğraf, sadece bir hatıra değil, bir mirasın devriydi. **      Yıllar önce, bu taş odada bir adam vardı: Derviş Hüsnü Efendi. Uzun boylu, beli az eğilmiş, sesi alçak ama sözleri ağır biriydi. Şehirde ne zaman bir aile dağılacak olsa, ne zaman iki kardeş küs kalsa ya da gençlerden biri yoldan sapacak gibi olsa, insanlar onun bu taş odadaki sohbet halkasına koşardı.      Hüsnü Efendi konuşmazdan önce susardı. Bu yüzden sözleri herkesi sarsardı. Sık sık şöyle derdi:       “Söz, tıpkı bıçak gibidir. Önce bileyleyeceksin... Bileğinse susmaktır.”      O ölmeden bir hafta önce odada son defa toplanılmıştı.İbrahim Hoca, Ahmet Nureddin ve Sadık oradaydı. Hüsnü Efendi gözlerini uzun uzun kapattıktan sonra şöyle demişti:      “Bir gün ben giderim. Bu taş duvarlar susar gibi olur ama aslında konuşmayı size bırakırlar. Bu mekânın üç anahtarı olacak: biri ilimle açacak, biri edeble, biri de sadakatle. O üç anahtar da sizde artık.”      Sadık o zaman ne dediğini pek anlamamıştı. Ama şimdi… oturduğu yerde, sırtını duvara yaslarken, onun bakışları birden bu geçmiş ana döndü. Sanki Hüsnü Efendi hâlâ karşı duvarda, bastonuna yaslanmış halde onu izliyordu.      İbrahim, Hüsnü’nün ilmî mirasını taşıyordu. Ayetlerle, hadislerle konuşur, taş duvarlara Kur’an’ın sesi sinerdi onunla.      Ahmet Nureddin, derin saygısı, sessizliği ve duruşuyla edebi öğretmişti. Gençler ona bakınca susmanın bile ahlak olduğunu öğrenmişti.      Sadık, sadakatiyle beraber dönmüştü oraya. Onlarca yıl sonra yine bu odaya, yine aynı seccadeye… Hem de kendi isteğiyle.      O gün Sadık, asılı bastona yaklaştı. Elini dokundurmadı. Sadece yakından baktı ve mırıldandı:       “Efendi... Anahtarlar elimizde. Odan sessiz ama içimiz gürültülü. Ama söz veriyorum; susmayı da konuşmayı da buradan öğreneceğim."
Ekleme Tarihi: 02 June 2025 - Monday

Bastondan Miras

Bastondan Miras
                           - hikâye-
                            ( Tekke Camii Tefsir Grubuna)
     Yaz sıcağıyla taş duvarlar ısınmış, kalın halılar üstünde serinlik arayan üç adam, bir zamanlar dergâh olarak kullanılan bu mütevazı odada buluşmuştu. Güneş ışığı, duvardaki hat levhasının altına asılı tesbihi usulca gölgede bırakıyordu. Odada ağır bir huzur vardı; geçmişin, bilginin ve sabrın kokusu sinmişti taşa.
      En köşede oturan İbrahim Hoca, titreyen parmaklarıyla Kur’an-ı Kerim’i okuyor, her harfi içinden gelen bir yakarış gibi fısıldıyordu. Okuduğu her ayet, yıllarca süren hayat mücadelesinin, zahiren kaybolan ama "eskimez yeninin" ve kazandığı çilenin bir yankısıydı sanki. Gözleriyle değil, kalbiyle okuyordu artık.
     Yanında, duvara yaslanmış olan Ahmet Nureddin,  gençlik ve ortayaşında ezberleyip muhakeme ettiği vecizeleri sessizce mırıldanıyordu.
     Bir yandan da İbrahim Hoca'nın okuduğu tefsir kitabını dinliyordu. Onun bakışları, geçmişe – henüz yıkılmamış hanlara, gölgeli avlulara, ve yitik dostlara – dalıp gidiyordu. 
     Her nefes alışında, bir zamanlar kalabalık olan bu odanın, şimdi neden bu kadar sessiz kaldığını düşünüyordu.
     Öndeki Sadık ise daha gençti. Fakat onun yüzünde de zamanın çizgileri vardı. Belki de bu an, gelecekte arayıp da bulamayacağı türden bir huzur taşıyordu. Bu iki adam onun, fakülteyi yarım bıraktıktan sonra döndüğü atayurdünda ilim-irfan  kahramanlarıydı.       
     Onlarla aynı odada oturmak, susarak bile çok şey öğrenmekti. Onlar konuşmadan öğretir, yaşamadan anlatmazlardı.
      Duvarlarda hiçbir şey değişmemişti, ama farklı açılardan, hatta cemiyet olarak her şey değişmişti. Ve bu üç adam, o taş odada, farklı yolların yolcusu olsalar da aynı menzile yönelmiş gibiydiler: Biraz huzur, biraz hakikat ve bolca sabır...
     Yirmi yıl öncesini hatırladı İbrahim Hoca. Burası yine aynı odaydı. Fakat o zamanlar burada şimdi görünmeyen birçok isim vardı:      
     Derviş Hüsnü Efendi, mahallenin yoksul fakat bilge bakkalı Bekir Amca, genç hafız adayları, çocukların şakalaştığı, çayın fokurdayarak kaynadığı, sohbetlerin geceleri sardığı bir mekândı burası.
     İbrahim,  o zamanlar da buradaydı, ama şimdi olduğu gibi sessiz değil. Gençlere tefsir anlatır, eski harflerle yazılmış risaleleri okur, herkesin derdine sabırla kulak verirdi. 
       Yalnızlıkla erken tanışmış, 28 Şubat postmodern darbe günleri, Corona pandemisi ve 6 Şubat depreminin hazin anları onu ve diğerlerini daha bir kemale erdirmiş gibiydi.Onlar için kelimeler birer yaraydı ama aynı zamanda şifaydı da.
     Ahmet Nureddin, o zamanlar, üç beş eserini olgunlaştırmaya çalışan, onları sadece tebliğ gayesinin şahane iklimi için hazırlayan, eli kalem tutan   bir edebiyat öğretmeniydi. Emeklilik ise onun için bir bitiş değil, başka renkli bir devir olacaktı; en azından, öyle olmasını temenni ediyordu.
     Evindeki büyük sandığın içinde yıllarca biriktirdiği defterleri, yazdığı kısa notları getirir, gençlerle paylaşırdı. Ne filozofluk taslar ne de sustururdu kimseyi. Herkesin cümlesine yer vardı onun meclisinde. Ama en çok susmanın edebini öğretirdi.
**
     Bugüne dönelim yine 
     Sadık, telefonla fotoğrafı çektikten sonra bir an durakladı. Fotoğraf çekerken fark etmediği bir detay gözüne ilişti: Duvarın hemen yanındaki kancada hâlâ Derviş Hüsnü’nün asası duruyordu. Kimse ona dokunmamıştı. O asa şimdi sadece bir baston değil, geçmişin hatırasıydı.
     O an fark etti:  Bu oda bir zaman makinesi değil, bir emanetti. Taş duvarları sustuğu kadar çok şey anlatıyordu. Ve her gelen, biraz dinleyerek, biraz susarak, o duvarlara bir iz bırakıyordu.
    İbrahim Hoca, okuduğu ayeti bitirdiğinde başını kaldırmadan konuştu:
     "Kul oldun mu evlat, taş bile dile gelir… Kalbin taşsa hiçbir kitap açılmaz önüne."
     Ahmet Bureddin, başını Sadık’a çevirdi, tebessüm etti:
      "Sen artık buranın emanetisin azizim. Biz gidince bu duvarları kim konuşturacak, tabii ki sen ve senin gibi genç dimağlar."
     Sadık, ilk defa, tıpkı baraj kapakları açılınca coşkunlaşan ırmak kadar  büyük bir sorumluluk hissetti omuzlarında. Belki de bu fotoğraf, sadece bir hatıra değil, bir mirasın devriydi.
**
     Yıllar önce, bu taş odada bir adam vardı: Derviş Hüsnü Efendi. Uzun boylu, beli az eğilmiş, sesi alçak ama sözleri ağır biriydi. Şehirde ne zaman bir aile dağılacak olsa, ne zaman iki kardeş küs kalsa ya da gençlerden biri yoldan sapacak gibi olsa, insanlar onun bu taş odadaki sohbet halkasına koşardı.
     Hüsnü Efendi konuşmazdan önce susardı. Bu yüzden sözleri herkesi sarsardı. Sık sık şöyle derdi:
      “Söz, tıpkı bıçak gibidir. Önce bileyleyeceksin... Bileğinse susmaktır.”
     O ölmeden bir hafta önce odada son defa toplanılmıştı.İbrahim Hoca, Ahmet Nureddin ve Sadık oradaydı. Hüsnü Efendi gözlerini uzun uzun kapattıktan sonra şöyle demişti:
     “Bir gün ben giderim. Bu taş duvarlar susar gibi olur ama aslında konuşmayı size bırakırlar. Bu mekânın üç anahtarı olacak: biri ilimle açacak, biri edeble, biri de sadakatle. O üç anahtar da sizde artık.”
     Sadık o zaman ne dediğini pek anlamamıştı. Ama şimdi… oturduğu yerde, sırtını duvara yaslarken, onun bakışları birden bu geçmiş ana döndü. Sanki Hüsnü Efendi hâlâ karşı duvarda, bastonuna yaslanmış halde onu izliyordu.
     İbrahim, Hüsnü’nün ilmî mirasını taşıyordu. Ayetlerle, hadislerle konuşur, taş duvarlara Kur’an’ın sesi sinerdi onunla.
     Ahmet Nureddin, derin saygısı, sessizliği ve duruşuyla edebi öğretmişti. Gençler ona bakınca susmanın bile ahlak olduğunu öğrenmişti.
     Sadık, sadakatiyle beraber dönmüştü oraya. Onlarca yıl sonra yine bu odaya, yine aynı seccadeye… Hem de kendi isteğiyle.
     O gün Sadık, asılı bastona yaklaştı. Elini dokundurmadı. Sadece yakından baktı ve mırıldandı:
      “Efendi... Anahtarlar elimizde. Odan sessiz ama içimiz gürültülü. Ama söz veriyorum; susmayı da konuşmayı da buradan öğreneceğim."

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.