Mehmet Nuri BİNGÖL
Köşe Yazarı
Mehmet Nuri BİNGÖL
 

BAZI DİKKATLERİM-1

BAZI DİKKATLERİM-1 İnsan hayatını düzenleyen kimi metinler vardır. Sadece Müslümanın değil, bütün insanlığın “cihanşümul” ahlaki duruşunu sağlayan unsur başta Kuran ayetleri, sonra Hadisler, ardından da müçtehit alimlerin eserleri gelir. Çağımızda bu eserlerden en fazla itibar göreni şüphesiz Nur risaleleridir (kitapçıkları). Nur risalelerinin müellifi Said Nursi Mektubat eserinde, hiçbir eserinin “gazete gibi” üstünkörü ve tuti kuşu ezberciliğiyle değil, tetkik ve tefekkürlü okunmasını istiyor bizden. Mesnevi-i Nuriye’de temas ettiği dört ruhi hastalıktaki “suizan” meselesi fıkıh usulüne aykırı şekilde anlaşılıyor. “Muayyen”, sınırları kesinkes belirlenmemiş bir durum için hüküm şarta bağlı konulur. Eğer böyle olmasaydı, Nur Üstad Münazarat eserinde, kendi zatına bile hüsnü zan edilmemesi gerektiğini beyan etmez, bizi serbest bırakıp o sözünü “Kuran, Hadis ve Hakikat mihengine” vurmamızı istemezdi. Bir metnin teması, mesajı, anahtar fikir ve kelimesi, çoğunlukla sonucunda bulunur. Mesnevi’deki suizan meselesinin sonu şu mesajla bağlandığına göre, hiçbir zaman girilmemesi gereken daire burasıdır. “Binaenaleyh eslaf-ı izamın (geçmişteki selef alimlerinin) hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek, sû’-i zandır. Sû’-i zan ise (kötü zan ise), maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.” ( Mesnevi-i Nuriye) “İslaf-ı izam”ın manasını, kaynaklardan verelim önce; geçmişteki din alimleri. Antrparantez diyeyim, sayfa altlarına lügat koyan bir yayınevi buna yanlış mana verip sadece GEÇMİŞTEKİ BÜYÜKLER diyor. “Bize” yakın bir lügatı da kaynak gösteriyor. O lügat hata yaptıysa bu senin yanlışına özür olur mu? Elifi görünce mertek sanan ve ölmüş birine -kalkıp- “İslaf-ı i’zam” mı diyeceğiz şimdi? “Kendisinde bulunan sû’-i ahlâkı, sû’-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin.” Verdiğimiz örnekten hareketle, bir müçtehide suizan etmenin kaynağı sui ahlaktır. Yani, suizan eden kişinin iç âleminde şu değerlendirme hakim:“Ben bu kadar bilip bunca insana hitap edersem, bu tebliğ karşılığında ya maddi bir kazanç yahut şan, şöhret beklerim. O hâlde, bu zat da bu işi böyle bir maksat için yapmaktadır. Suizan hastalığına yakalanan kimse, bunun günah olduğunu dikkate alarak kardeşliğin ve sevginin bu büyük düşmanına iç âleminde cephe almalı ve nefsine şu mesajı vermelidir: “Sende bir eğrilik ve bir yanlışlık olmasa böyle düşünmezsin. Öncelikle seni bu kötü düşüncelerden kurtarmak gerekiyor.” Hüsnüzannın gereği, başkalarının “hikmetini bilmediğimiz işlerini” kötülemekten ve çirkin görmekten sakınmaktır. Bu, genel bir tavsiye olmakla birlikte, ikinci cümlede söz yine “eslaf-ı izama” getirilir ve özellikle onların hâllerini beğenmemekten, onlara suizan etmekten hassasiyetle kaçınmamız istenir. Çünkü, onlara yapılan suizan ferdî olmakla kalmaz; izlerinde giden kişilere de zarar vereceğinden toplum hayatında büyük yaralar açar. Üstad hazretleri, mazide İslam’a büyük hizmetlerde bulunarak bu dinin bize kadar ulaşmasında emeği geçen alim ve mürşitlere hürmete büyük önem verir. Onların, hikmetini bilmediğimiz bir sözünü ele alıp o büyüklerin bütün kemallerini; hatta hizmet ve mücadelelrini inkâr yoluna gitmek en azından insafsızlıktır. En azından diyoruz, çünkü onları nazarlardan düşürmek İslam’a ve Müslümanın imanına da büyük zarardır. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinden önemli bir ölçü var: Üstad, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin mesleğini bugünkü insanlara anlatmanın zararlı olacağını; o mesleğin şaşaalı görünmekle birlikte sahabe mesleğine göre, “nakıs bir meşreb” olduğunu ilmen ispat etmekle birlikte, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri için “Ulum-u İslamiyenin bir mucizesi”, Vahdetü’l-Vücut için “salih bir meşreb” tabirini kullanarak talebelerini o zata ve mesleğine suizan beslemekten, karşı çıkmaktan hassasiyetle korumuştur. Hedef tayin etme ve “tecdid” (yenileme) hareketi istikametinde yazılmış eserleri gazete gibi değil, külliyat anlayışıyla müzakereli okumak, bugünün Müslümanının daha açık bir meselesi olmuştu. Bu fark ediş, umum ümmetin kul hakkını üstlenmek gibi bir teklifle yüz yüze getirir bizi. Açıkçası bu vazife, bir bakıma “şeair” (İslami göstergeler) sırasına girer ki, şeairin ferdî farzlardan çok çok üstün olduğu çokların malumudur. “Bu zamanda en büyük bir vazife, imanı kurtarma ve muhafaza etme vazifesidir.” (Kastamonu Lahikası) ifadesiyle sırt sırta vermiş pek çok beyan, bu hadiseye parmak basar; “takva ve âmel-i sâlih” yönünün göz ardı edilmediği de aşikâr biçimde görünüyor. Nur risalelerinde ve Bediüzzaman Said Nursi’nin beyanlarında, tek kanatlılık problemi yoktur. Buna rağmen, bir kısım ehli diyanetin bu realiteyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan kuruntularını anlamada epey zorlanıyorum. Yaptığı hizmetin “fonksiyon”undan ötürü Bediüzzaman Said Nursî’nin, “Seni, yirmi yıl hizmet etmiş bir talebe sayıyorum” dediği zat ve çevresinin Üstad’ı, dolayısıyla da Risale-i Nur Külliyatını “tek kanatlılık” ile tenkit etmesini hayretle karşılıyorum. Bunun sebebini şöylece açıklar Üstad: “Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerïne taraftar olmaktır. Yoksa `Benden ders alıp sevap kazandırsınlar’ düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.” (İhlas Risalesi, s. 26) Risaleyle rekabet içindeki kimi zatlar da yukarıda verilen misale münasip bir pozisyonda bulunduklarına göre, ihlas sırrıyla uzaklıklarını hesaplamak zor olmasa gerek. “Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.” (Mektûbât, s. 299) ve “… risaleler kendi malım değil. Kur’ân’ın malı olarak Kur’ân’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz.” (Tarihçe-i Hayat, s. 175) gibi “mecburiyet tahtında fâş edilmiş” beyanlardan anlıyoruz ki, Risale-i Nur Külliyatı’nı indi (öznel) görüş, dünyevî veya akademik bakışlar altında derk etmenin imkân ve ihtimali yoktur. “Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz.” (Emirdağ Lahikası) şeklindeki ihtar, meselenin bu yönünü işaretler. Yani, meselenin yukarıdan ve devlet planında hâlledeceğini diyenler, hiçbir zaman Risale-i Nur’u tam anlamaz, her cümlesini kendine yontar demektir. “Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamaya çalışmıyorlar” ifadesi de bu meseleye ne güzel dikkat çeker. Aziz ve Muhterem Müellif, eserlerinin “dâvâ değil, dâvâ içinde bürhan” olduğunu beyan ederek en büyük kuvvetinin bu olduğu ifadesi, Külliyat’ı anlamak isteyenlerin onun temel bakış açısıyla ele almaları mecburiyetini çok iyi anlatır. (Kastamonu Lahikası) Mehmet Nuri Bingöl
Ekleme Tarihi: 25 Aralık 2021 - Cumartesi

BAZI DİKKATLERİM-1

BAZI DİKKATLERİM-1 İnsan hayatını düzenleyen kimi metinler vardır. Sadece Müslümanın değil, bütün insanlığın “cihanşümul” ahlaki duruşunu sağlayan unsur başta Kuran ayetleri, sonra Hadisler, ardından da müçtehit alimlerin eserleri gelir. Çağımızda bu eserlerden en fazla itibar göreni şüphesiz Nur risaleleridir (kitapçıkları). Nur risalelerinin müellifi Said Nursi Mektubat eserinde, hiçbir eserinin “gazete gibi” üstünkörü ve tuti kuşu ezberciliğiyle değil, tetkik ve tefekkürlü okunmasını istiyor bizden. Mesnevi-i Nuriye’de temas ettiği dört ruhi hastalıktaki “suizan” meselesi fıkıh usulüne aykırı şekilde anlaşılıyor. “Muayyen”, sınırları kesinkes belirlenmemiş bir durum için hüküm şarta bağlı konulur. Eğer böyle olmasaydı, Nur Üstad Münazarat eserinde, kendi zatına bile hüsnü zan edilmemesi gerektiğini beyan etmez, bizi serbest bırakıp o sözünü “Kuran, Hadis ve Hakikat mihengine” vurmamızı istemezdi. Bir metnin teması, mesajı, anahtar fikir ve kelimesi, çoğunlukla sonucunda bulunur. Mesnevi’deki suizan meselesinin sonu şu mesajla bağlandığına göre, hiçbir zaman girilmemesi gereken daire burasıdır. “Binaenaleyh eslaf-ı izamın (geçmişteki selef alimlerinin) hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek, sû’-i zandır. Sû’-i zan ise (kötü zan ise), maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.” ( Mesnevi-i Nuriye) “İslaf-ı izam”ın manasını, kaynaklardan verelim önce; geçmişteki din alimleri. Antrparantez diyeyim, sayfa altlarına lügat koyan bir yayınevi buna yanlış mana verip sadece GEÇMİŞTEKİ BÜYÜKLER diyor. “Bize” yakın bir lügatı da kaynak gösteriyor. O lügat hata yaptıysa bu senin yanlışına özür olur mu? Elifi görünce mertek sanan ve ölmüş birine -kalkıp- “İslaf-ı i’zam” mı diyeceğiz şimdi? “Kendisinde bulunan sû’-i ahlâkı, sû’-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin.” Verdiğimiz örnekten hareketle, bir müçtehide suizan etmenin kaynağı sui ahlaktır. Yani, suizan eden kişinin iç âleminde şu değerlendirme hakim:“Ben bu kadar bilip bunca insana hitap edersem, bu tebliğ karşılığında ya maddi bir kazanç yahut şan, şöhret beklerim. O hâlde, bu zat da bu işi böyle bir maksat için yapmaktadır. Suizan hastalığına yakalanan kimse, bunun günah olduğunu dikkate alarak kardeşliğin ve sevginin bu büyük düşmanına iç âleminde cephe almalı ve nefsine şu mesajı vermelidir: “Sende bir eğrilik ve bir yanlışlık olmasa böyle düşünmezsin. Öncelikle seni bu kötü düşüncelerden kurtarmak gerekiyor.” Hüsnüzannın gereği, başkalarının “hikmetini bilmediğimiz işlerini” kötülemekten ve çirkin görmekten sakınmaktır. Bu, genel bir tavsiye olmakla birlikte, ikinci cümlede söz yine “eslaf-ı izama” getirilir ve özellikle onların hâllerini beğenmemekten, onlara suizan etmekten hassasiyetle kaçınmamız istenir. Çünkü, onlara yapılan suizan ferdî olmakla kalmaz; izlerinde giden kişilere de zarar vereceğinden toplum hayatında büyük yaralar açar. Üstad hazretleri, mazide İslam’a büyük hizmetlerde bulunarak bu dinin bize kadar ulaşmasında emeği geçen alim ve mürşitlere hürmete büyük önem verir. Onların, hikmetini bilmediğimiz bir sözünü ele alıp o büyüklerin bütün kemallerini; hatta hizmet ve mücadelelrini inkâr yoluna gitmek en azından insafsızlıktır. En azından diyoruz, çünkü onları nazarlardan düşürmek İslam’a ve Müslümanın imanına da büyük zarardır. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinden önemli bir ölçü var: Üstad, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin mesleğini bugünkü insanlara anlatmanın zararlı olacağını; o mesleğin şaşaalı görünmekle birlikte sahabe mesleğine göre, “nakıs bir meşreb” olduğunu ilmen ispat etmekle birlikte, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri için “Ulum-u İslamiyenin bir mucizesi”, Vahdetü’l-Vücut için “salih bir meşreb” tabirini kullanarak talebelerini o zata ve mesleğine suizan beslemekten, karşı çıkmaktan hassasiyetle korumuştur. Hedef tayin etme ve “tecdid” (yenileme) hareketi istikametinde yazılmış eserleri gazete gibi değil, külliyat anlayışıyla müzakereli okumak, bugünün Müslümanının daha açık bir meselesi olmuştu. Bu fark ediş, umum ümmetin kul hakkını üstlenmek gibi bir teklifle yüz yüze getirir bizi. Açıkçası bu vazife, bir bakıma “şeair” (İslami göstergeler) sırasına girer ki, şeairin ferdî farzlardan çok çok üstün olduğu çokların malumudur. “Bu zamanda en büyük bir vazife, imanı kurtarma ve muhafaza etme vazifesidir.” (Kastamonu Lahikası) ifadesiyle sırt sırta vermiş pek çok beyan, bu hadiseye parmak basar; “takva ve âmel-i sâlih” yönünün göz ardı edilmediği de aşikâr biçimde görünüyor. Nur risalelerinde ve Bediüzzaman Said Nursi’nin beyanlarında, tek kanatlılık problemi yoktur. Buna rağmen, bir kısım ehli diyanetin bu realiteyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan kuruntularını anlamada epey zorlanıyorum. Yaptığı hizmetin “fonksiyon”undan ötürü Bediüzzaman Said Nursî’nin, “Seni, yirmi yıl hizmet etmiş bir talebe sayıyorum” dediği zat ve çevresinin Üstad’ı, dolayısıyla da Risale-i Nur Külliyatını “tek kanatlılık” ile tenkit etmesini hayretle karşılıyorum. Bunun sebebini şöylece açıklar Üstad: “Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerïne taraftar olmaktır. Yoksa `Benden ders alıp sevap kazandırsınlar’ düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.” (İhlas Risalesi, s. 26) Risaleyle rekabet içindeki kimi zatlar da yukarıda verilen misale münasip bir pozisyonda bulunduklarına göre, ihlas sırrıyla uzaklıklarını hesaplamak zor olmasa gerek. “Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.” (Mektûbât, s. 299) ve “… risaleler kendi malım değil. Kur’ân’ın malı olarak Kur’ân’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz.” (Tarihçe-i Hayat, s. 175) gibi “mecburiyet tahtında fâş edilmiş” beyanlardan anlıyoruz ki, Risale-i Nur Külliyatı’nı indi (öznel) görüş, dünyevî veya akademik bakışlar altında derk etmenin imkân ve ihtimali yoktur. “Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz.” (Emirdağ Lahikası) şeklindeki ihtar, meselenin bu yönünü işaretler. Yani, meselenin yukarıdan ve devlet planında hâlledeceğini diyenler, hiçbir zaman Risale-i Nur’u tam anlamaz, her cümlesini kendine yontar demektir. “Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamaya çalışmıyorlar” ifadesi de bu meseleye ne güzel dikkat çeker. Aziz ve Muhterem Müellif, eserlerinin “dâvâ değil, dâvâ içinde bürhan” olduğunu beyan ederek en büyük kuvvetinin bu olduğu ifadesi, Külliyat’ı anlamak isteyenlerin onun temel bakış açısıyla ele almaları mecburiyetini çok iyi anlatır. (Kastamonu Lahikası) Mehmet Nuri Bingöl
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.