O Kıyı, Bu Kıyı.  - Hikâye
                               1995 Kışı
      Sisin ağır, kurşunların sessizliğe sığındığı bir sabah... Vedeno Vadisi'nde ayaz, sadece teni değil, yürekleri de delip geçiyordu. Her taşın altında bir evladın mezarı, her ağacın gölgesinde  geçmişin bir anı saklıydı.
     Yaşlı adam, Hacı Musa, yetmiş beşinde bir kartaldı. Elinde tuttuğu tüfek, oğlu Ramzan’dan kalmaydı. Ramzan, Rus tanklarının köylerine girdiği ilk gün, sırtında sadece bir dua ve omzunda bu silahla dağa çıkmıştı. O günden sonra Musa, oğlunu bir daha görememişti. Ancak Ramzan’ın sesini her sabah rüzgârla birlikte duyardı. Geçende sadece tüfeğini ve şehadet haberini getirmişlerdi 
     "Baba, biz karşı kıyılar için savaşmazsak, onlar gelir bizim kıyımızı alır bir gün."
     Köyleri yanmış, mezarlıkları bombalanmıştı. Çocuklar birer ağıt gibi dolaşıyordu evlerin yıkıntılarında. Kadınlar, kederlerini örten başörtüleriyle hep aynı soruyu fısıldıyordu:
     "Daha ne kadar dayanabiliriz?" Hacı Musa'nın cevabı nettir:
     " Aslında dayanmak kader değil, direnmek bir tercihtir."
     O gün, köyün dışındaki orman yolunda Rus zırhlıları göründüğünde gençler panik içindeydi. Hangi tepeden geçeceklerini, hangi noktayı tutmaları gerektiğini bilmiyorlardı. Derken Hacı Musa, bastonunu bırakıp eline  eski tüfeği aldı. Bir kayanın arkasına çömelip gençlere döndü:
     "Evlatlar, şimdi sizin yaşınızda olsaydım, belki korkardım. Ama ben artık korkunun ötesindeyim. Ramzan için, eşim Havva için, yanan evim, yakılan Kur’an’ım için buradayım. Siz ne için buradasınız?"
     Göz göze geldiler. O an gençlerin içindeki korku, yerini kararlı keskinliğe bırakmıştı. Artık yalnız değillerdi. Yaşlı bir ihtiyarın titrek ellerinde tuttuğu silah, onların iradesinden daha güçlüydü.
     Çatışma başladığında, Hacı Musa en önde idi. Tanka en yakın kayanın arkasına sürünerek ilerledi. Etrafındakiler onun cesaretini görünce ileri atıldılar. Kurşunlar Musa’nın etrafından ıslık çalarken birden durdu, gökyüzüne baktı ve kısık bir sesle dua etti:
     "Ey Rabbim, bu toprakları çocuklarımızın dualarına miras kıl. Beni alırsan, onlara sabır ver."
      Ve ardından, o son kurşunu sıktı. Nedense tank susup durdu; içindekiler elleri havada, teslim oldular. Savaş o an kazanılmamıştı belki ama düşmanın korku salıcı cephesi geçilmişti. Gün bittiğinde Hacı Musa, ağır yaralıydı. Gençler başında toplandı. Biri eğildi, gözyaşlarıyla fısıldadı:
     "Biz artık karşı kıyılar için de savaşacağız, Hacı dede. Söz veriyoruz. Hacı Musa tebessüm etti. Ve gözlerini son kez kapadığında, Vedeno’nun vadilerinde artık bir bayrak değil, bir emanet dalgalanıyordu:
       "Karşı kıyılar için savaşmayan, gün gelir kendi kıyısında savaşır."
**
                       1995 Baharı
      Hacı Musa'nın son nefesiyle birlikte başken banliyosu, derin bir iç çekti. Vedeno Vadisi’nde göğe yükselen duman, artık sadece yangınların değil, uyanışın da habercisiydi. Ve işte o uyanış, çok uzaklardan gelen akislerle daha da büyüyordu…
     Sedat, Ilgınlı genç bir mücahit, Suriye üzerinden gelen yolları aşarak bu dağlara ulaşmıştı. Birlikte yola çıktığı arkadaşlarıyla "Siyah Sancak" parolasıyla and içmişlerdi. Hedefleri belliydi: Mazlum neredeyse orada olmak… Adalet nerede ayaklar altına alınmışsa orada secde yapmak.
     Sedat, Çeçen Dağları'na ulaştığında ilk olarak Hacı Musa'nın adını işitti. “Burası onun toprağıdır,” dedi genç bir Çeçen. “O artık bir efsane.”
     Sedat iç geçirdi. “Demek ki bu toprak, ancak efsanelere layık bir toprakmış.”
     Sedat’la hemşehrileriyle beraber gelmişti: Çeçen kardeşleriyle aynı safa girdiler. Hacı Musa’nın mezarı başında Kur’an okudular. Toprağın rüzgârı yaptıkları dualara karıştı. Ve o gece, Sedat’ın dilinden dökülen söz, artık bu topraklarda yeni bir mücadele ruhunun doğduğunu ilan ediyordu:
     “Biz Horasan’dan çıktık; buraya gönlümüzle geldik. Şimdi buradan nice alınan gönüllerle birlikte döneceğiz. Bu topraklar özgür olana kadar, sizin hemşehriniz ve kardeşleriniziz.”
     Sabah olduğunda taarruz haberi de gelmişti. Düşman konvoyu, dağ geçidinde ilerliyordu. Harita açıldı, taktikler konuşuldu. Genç bir Çeçen sordu:
      "Oradan buraya niye geldiniz?"
      Cevap vermedi hemen. Gözlerini ufka çevirdi. Ardından yavaşça dedi ki:
     “Siz bizim sahildesiniz, karşı kıyı derken sizi kasdetmedim. Çünkü... Ümmetin bu kıyısı şu kıyısı yoktur. Sınır, pasaport, dil fark etmez; mazlumun acısı hep aynı, Bugün sizin için dökülen ter, yarın bizim çocuklarımızın alnında gölge olur.
**
     Başlayan beka savaşı...
     Homurdanarak geçen tanklar, konuşan mermiler, yükselen dualar. 
     Tırmandığı tepeden bir tankı işaretleyen Yusuf, mühimmat taşıyan Ali, Siperde sabırlı bir imam gibi gençlere moral veren Mustafa....
     Sedat ise Musa’nın tüfeğini taşıyan genç Çeçen’le omuz omuza savaştı. O gece dağ sessizliğe büründü. Ve Sedat, günlüğüne şu satırları yazdı:
     “Biz, bir ihtiyarın duasının içine girdik. Musa’nın vedası, bizim vuslatımız oldu. Biz buraya savaşmaya değil, insanlığın onurunu korumaya geldik.”
     Kavuşma Vadisi dediler oraya… Çünkü o gün, Anadolu ile Kafkasya, kalplerin en derin yerinden birbirine kavuştu.
**
                        1996 Baharı
     Savaş bitmemişti, ama Sedat'ın kalbinde bir sayfa kapanmıştı artık. Hacı Musa’nın mezarına her sabah uğruyor, kısa bir dua okuyor, sonra günün mücadelesine hazırlanıyordu. Günün birinde, Musa’nın torunu Hanzat, tüfeği Sedat'a uzattı.
     “Dedem seni ve sizin gibileri bekleye bekleye şehit oldu." dedi. "Tüfeği sana emanet artık. O, tüfeğin sırrını  ülkende devamlı anlatmalısın”
     Sedat önce kabul etmek istemedi. “Ben onun gibi olamam." dedi. "O bir zirve idi.” Hanzat gözlerini yere eğdi: “Ama sen de artık onun gibi yürüyorsun.” diye mırıldandı.
      Ve böylece Sedat, Musa’nın tüfeğini ve duasını emanet alıp, Türkiye’ye doğru yola çıktı. İstanbul’a vardığında, onu ilk karşılayanlar Bosna’dan yeni dönen gönüllülerdi.  Kimi Saraybosna’da, kimi Kosova’da bulunmuştu. Hepsinin gözleri aynı şeyi söylüyordu: “Kıyılar birleştikçe ümmet ayağa kalkar.” Sedat, İstanbul’da Eyüp Sultan’ın türbesine vardı. 
      “Ey Eyüp, Allah Resulü’nün sancaktarı... Biz bugün, sancağı mazlumdan mazluma taşıyoruz.Hacı Musa'nın tüfeği bir duvarı süsleyecek artık, ama  taşıdığı ruhu tamamen terk de içimden gelmiyor.”
    Tüfeği, Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan bir Çeçen öğrenciye emanet etti. Üzerine şöyle yazdı:“Bu silah, yalnızca kurşun değil, bir millete dua ve şuur da taşımıştır. Sedat – 1996”
     Sonra Ilgın’a döndü.Köyüne ulaştığında, babası Hacı Bayram onu kapıda bekliyordu. Sedat, sarılmadan önce babasının kulağına eğildi: “Baba, artık Hacı Musa’nın emaneti bizde.”
     İlk cuma hutbesinde imam, Sedat'ı vaiz kürsüsüne çağırdı. Kalabalığın içinde hem köylüler hem de eski öğrencileri vardı. O, vaaz kürsüsünde ne silah ne savaş anlattı; sadece şu cümleyi kurdu: "Biz zannediyorduk ki mazlumlar uzaklarda. Meğer her mazlum, bizim evimizin kıyısındaymış.”
     O gün Sedat'ın yanında duranlar, yıllar sonra Türkiye’nin dört bir yanında sivil yardım kuruluşlarında, medreselerde, köy okullarında hizmet edecekleedi. Çünkü Musa'nın duası, sadece dağda değil, ovada da aksetmiş, kabule karin olmuştu.
**
                     Sonbahar- 1996
     Mustafa Kocaali, Konya'nın Bozkır ilçesinin serin yamaçlarına döndüğünde yapraklar sararmaya başlamıştı. Dönüşü sessiz oldu. Ne bir karşılama ne de bir merasim…
     O, bunların hiçbirini istememişti zaten. Omzunda bir heybe, içinde Kur’an-ı Kerim, bir avuç Çeçen toprağı, Hacı Musa’nın dua ettiği küçük bir taş parçası ve en önemlisi, Çeçen diline çevrilmiş bir eser: Kücük Sözler.
     Köydeki cami eskiydi, minaresi eğilmişti, içerisi rutubet kokuyordu.Camiyi haftada birkaç kişi ziyaret ediyor, ezan çoğu zaman kasetten okunuyordu.
     Mustafa, ilk adımında bunlara şahit olup hayal kırıklığına uğradı.Topluluktan biri sordu: “Yine medreseye mi döneceksin hocam? Yoksa bir daha mı gideceksin uzaklara?”
     Mustafa gözlerini yere eğdi, kısık sesle cevap verdi: “Bu sefer kalmaya geldim. Ama benden vaaz değil, hâl dinleyin.”
     Günlerce konuşmadı. Her sabah caminin avlusunu süpürdü. Camiye gelen çocuklara süt ve ekmek verdi. Eski kitapları tamir etti. Sıradan, gösterişsiz ama derin bir hayat örmeye başladı.
     Ve yavaş yavaş insanlar onun etrafına toplanmaya başladı. Çünkü onun hali, sözden daha fazla şey söylüyordu.Bir sabah köyün gençlerinden biri, cami avlusunda ona yaklaştı:
     “Mustafa Hoca… Sen Bosna’da mıydın? Çeçenistan’da mı?” Mustafa tebessüm etti: “Ben hala oradayım. Çünkü oralar gönlümün kıyısına taşındı.”
     O günden sonra sohbet halkası genişlemeye başladı. Ama hiçbiri siyasi, hararetli ya da hamasi değildi. Sessiz, derin, sade bir uyanış...
     Bir gün eski okul binasında gönüllü derslere başladı: Kur’an tefsiri, Arapça, hadis meclisi... Ama bir ders, en çok kalabalığı topluyordu:
     “Mazlum Coğrafyalar Dersi” Orada isim geçmezdi. Ama Çeçenya, Gazze, Doğu Türkistan, Halep, Saraybosna hep oradaydı. Ve her dersin sonunda şu cümleyi tekrar ederdi:
     “Büyük bir davanın askeri olunmaz. Önce küçük bir iyiliğin adanmışı olalım da.”
     Yıllar geçti. O küçük cami, bir irfan merkezine dönüştü. Bir gün Mustafa Hoca, arka raftan Hacı Musa’nın duasını yazdığı o taşı çıkardı. Yanında yetişen talebesine uzattı: “Bu, hem susarak konuşanların hem de gövdesini taş altına koyanların duasıydı. Şimdi sıra sende. Ama unutma: Buradaki tavır emir altı; müsbet olmalı. Sesini yükseltmeden sadece ruhunu yücelterek.”
      Talebesi şaşkındı.“Hocam… Oradaki direniş de bir sessizlik midir veya müsbet?”
      Mustafa başını salladı:
      “Evet. Müsbet, hale uygun davranmak, emredildiği gibi yapmaktır.  Bu, sessizliğin içindeki uyanıştır.”
      Ve Bozkır’ın taş sokaklarında akseden ezanlar bir süre sonra artık namaza değil, uyanışa da çağırıyordu.
**
     Yollara düşen dümdarın biri Ahmet Nureddin, mütevazı bir Anadolu Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Kıraat dersi aralarında dergiler getirir, Nabî’den, Necip Fazıl’dan mısralar okur, öğrencilerine sadece kelimeleri değil, kelamın ruhunu da öğretirdi.
     O yıllarda yüreğinde hep bir eksiklik vardı. Bir çınar gibi, gölgesi genişti; ama köklerinde sürekli kıpırdayan bir arayış... Bir gün, eski bir dostu olan Mustafa Kocaali’den bir mektup aldı:
      “Nureddin kardeşim, biz yıllardır aynı rüzgâra karşı yürüyorduk. Ben şimdi duruldum. Fakat etrafıma baktıkça görüyorum ki, asıl yürümesi gereken sendin. Sana bu toprağın suskunluğunda yeşeren bir sırrı anlatmam gerek. Bozkır’a gel…”
     Mektup, Nureddin’i sarsmıştı. O akşam, çantasına sadece bir defter, bir kalem ve Cahit Zarifoğlu’nun “Yedi Güzel Adam” kitabını koyarak yola çıktı. Konya’dan Bozkır’a, bozkırdan kalbin en derin vadisine bir yolculuktu bu.
     Bozkır’a vardığında, Mustafa Hocayı caminin arka tarafındaki küçük kütüphanede buldu. Hala kitapları ciltliyor, çocuklara çay demliyor, öğle namazından sonra Yusuf sûresini okuyordu. Sarılmaları gözyaşlarına karıştı. Uzun süre konuşamadılar. Sessizlik, sözden daha kıymetliydi bazen.
     Mustafa, bir gece sohbetinde ona dönerek, “Sen kelimelerin yoldaşıydın, şimdi kelimeleri yürütme vaktin. Bizim Çeçen mücadelemizin başlangıcını anlatasana birader.” dedi 
     Ahmet Nureddin başını sallayıp eseflendi:
      “Ben öyle uzun soluklu dizi romanlara sabrı yeten insanlardan değilim. Şiir, hikâye ve romanımsı; belki... Bunu dostum Nuri'ye havale edeyim. Geçende 'Tırmanış' diye bir projeden mi bahsediyordu ne?”
     Mustafa gülümsedi:
      “Sen yürü, o yazsın öyleyse! Söz, yürüyenin arkasından gelir zaten.”
O Kıyı, Bu Kıyı. - Hikâye
                                O Kıyı, Bu Kıyı.  - Hikâye
                               1995 Kışı
      Sisin ağır, kurşunların sessizliğe sığındığı bir sabah... Vedeno Vadisi'nde ayaz, sadece teni değil, yürekleri de delip geçiyordu. Her taşın altında bir evladın mezarı, her ağacın gölgesinde  geçmişin bir anı saklıydı.
     Yaşlı adam, Hacı Musa, yetmiş beşinde bir kartaldı. Elinde tuttuğu tüfek, oğlu Ramzan’dan kalmaydı. Ramzan, Rus tanklarının köylerine girdiği ilk gün, sırtında sadece bir dua ve omzunda bu silahla dağa çıkmıştı. O günden sonra Musa, oğlunu bir daha görememişti. Ancak Ramzan’ın sesini her sabah rüzgârla birlikte duyardı. Geçende sadece tüfeğini ve şehadet haberini getirmişlerdi 
     "Baba, biz karşı kıyılar için savaşmazsak, onlar gelir bizim kıyımızı alır bir gün."
     Köyleri yanmış, mezarlıkları bombalanmıştı. Çocuklar birer ağıt gibi dolaşıyordu evlerin yıkıntılarında. Kadınlar, kederlerini örten başörtüleriyle hep aynı soruyu fısıldıyordu:
     "Daha ne kadar dayanabiliriz?" Hacı Musa'nın cevabı nettir:
     " Aslında dayanmak kader değil, direnmek bir tercihtir."
     O gün, köyün dışındaki orman yolunda Rus zırhlıları göründüğünde gençler panik içindeydi. Hangi tepeden geçeceklerini, hangi noktayı tutmaları gerektiğini bilmiyorlardı. Derken Hacı Musa, bastonunu bırakıp eline  eski tüfeği aldı. Bir kayanın arkasına çömelip gençlere döndü:
     "Evlatlar, şimdi sizin yaşınızda olsaydım, belki korkardım. Ama ben artık korkunun ötesindeyim. Ramzan için, eşim Havva için, yanan evim, yakılan Kur’an’ım için buradayım. Siz ne için buradasınız?"
     Göz göze geldiler. O an gençlerin içindeki korku, yerini kararlı keskinliğe bırakmıştı. Artık yalnız değillerdi. Yaşlı bir ihtiyarın titrek ellerinde tuttuğu silah, onların iradesinden daha güçlüydü.
     Çatışma başladığında, Hacı Musa en önde idi. Tanka en yakın kayanın arkasına sürünerek ilerledi. Etrafındakiler onun cesaretini görünce ileri atıldılar. Kurşunlar Musa’nın etrafından ıslık çalarken birden durdu, gökyüzüne baktı ve kısık bir sesle dua etti:
     "Ey Rabbim, bu toprakları çocuklarımızın dualarına miras kıl. Beni alırsan, onlara sabır ver."
      Ve ardından, o son kurşunu sıktı. Nedense tank susup durdu; içindekiler elleri havada, teslim oldular. Savaş o an kazanılmamıştı belki ama düşmanın korku salıcı cephesi geçilmişti. Gün bittiğinde Hacı Musa, ağır yaralıydı. Gençler başında toplandı. Biri eğildi, gözyaşlarıyla fısıldadı:
     "Biz artık karşı kıyılar için de savaşacağız, Hacı dede. Söz veriyoruz. Hacı Musa tebessüm etti. Ve gözlerini son kez kapadığında, Vedeno’nun vadilerinde artık bir bayrak değil, bir emanet dalgalanıyordu:
       "Karşı kıyılar için savaşmayan, gün gelir kendi kıyısında savaşır."
**
                       1995 Baharı
      Hacı Musa'nın son nefesiyle birlikte başken banliyosu, derin bir iç çekti. Vedeno Vadisi’nde göğe yükselen duman, artık sadece yangınların değil, uyanışın da habercisiydi. Ve işte o uyanış, çok uzaklardan gelen akislerle daha da büyüyordu…
     Sedat, Ilgınlı genç bir mücahit, Suriye üzerinden gelen yolları aşarak bu dağlara ulaşmıştı. Birlikte yola çıktığı arkadaşlarıyla "Siyah Sancak" parolasıyla and içmişlerdi. Hedefleri belliydi: Mazlum neredeyse orada olmak… Adalet nerede ayaklar altına alınmışsa orada secde yapmak.
     Sedat, Çeçen Dağları'na ulaştığında ilk olarak Hacı Musa'nın adını işitti. “Burası onun toprağıdır,” dedi genç bir Çeçen. “O artık bir efsane.”
     Sedat iç geçirdi. “Demek ki bu toprak, ancak efsanelere layık bir toprakmış.”
     Sedat’la hemşehrileriyle beraber gelmişti: Çeçen kardeşleriyle aynı safa girdiler. Hacı Musa’nın mezarı başında Kur’an okudular. Toprağın rüzgârı yaptıkları dualara karıştı. Ve o gece, Sedat’ın dilinden dökülen söz, artık bu topraklarda yeni bir mücadele ruhunun doğduğunu ilan ediyordu:
     “Biz Horasan’dan çıktık; buraya gönlümüzle geldik. Şimdi buradan nice alınan gönüllerle birlikte döneceğiz. Bu topraklar özgür olana kadar, sizin hemşehriniz ve kardeşleriniziz.”
     Sabah olduğunda taarruz haberi de gelmişti. Düşman konvoyu, dağ geçidinde ilerliyordu. Harita açıldı, taktikler konuşuldu. Genç bir Çeçen sordu:
      "Oradan buraya niye geldiniz?"
      Cevap vermedi hemen. Gözlerini ufka çevirdi. Ardından yavaşça dedi ki:
     “Siz bizim sahildesiniz, karşı kıyı derken sizi kasdetmedim. Çünkü... Ümmetin bu kıyısı şu kıyısı yoktur. Sınır, pasaport, dil fark etmez; mazlumun acısı hep aynı, Bugün sizin için dökülen ter, yarın bizim çocuklarımızın alnında gölge olur.
**
     Başlayan beka savaşı...
     Homurdanarak geçen tanklar, konuşan mermiler, yükselen dualar. 
     Tırmandığı tepeden bir tankı işaretleyen Yusuf, mühimmat taşıyan Ali, Siperde sabırlı bir imam gibi gençlere moral veren Mustafa....
     Sedat ise Musa’nın tüfeğini taşıyan genç Çeçen’le omuz omuza savaştı. O gece dağ sessizliğe büründü. Ve Sedat, günlüğüne şu satırları yazdı:
     “Biz, bir ihtiyarın duasının içine girdik. Musa’nın vedası, bizim vuslatımız oldu. Biz buraya savaşmaya değil, insanlığın onurunu korumaya geldik.”
     Kavuşma Vadisi dediler oraya… Çünkü o gün, Anadolu ile Kafkasya, kalplerin en derin yerinden birbirine kavuştu.
**
                        1996 Baharı
     Savaş bitmemişti, ama Sedat'ın kalbinde bir sayfa kapanmıştı artık. Hacı Musa’nın mezarına her sabah uğruyor, kısa bir dua okuyor, sonra günün mücadelesine hazırlanıyordu. Günün birinde, Musa’nın torunu Hanzat, tüfeği Sedat'a uzattı.
     “Dedem seni ve sizin gibileri bekleye bekleye şehit oldu." dedi. "Tüfeği sana emanet artık. O, tüfeğin sırrını  ülkende devamlı anlatmalısın”
     Sedat önce kabul etmek istemedi. “Ben onun gibi olamam." dedi. "O bir zirve idi.” Hanzat gözlerini yere eğdi: “Ama sen de artık onun gibi yürüyorsun.” diye mırıldandı.
      Ve böylece Sedat, Musa’nın tüfeğini ve duasını emanet alıp, Türkiye’ye doğru yola çıktı. İstanbul’a vardığında, onu ilk karşılayanlar Bosna’dan yeni dönen gönüllülerdi.  Kimi Saraybosna’da, kimi Kosova’da bulunmuştu. Hepsinin gözleri aynı şeyi söylüyordu: “Kıyılar birleştikçe ümmet ayağa kalkar.” Sedat, İstanbul’da Eyüp Sultan’ın türbesine vardı. 
      “Ey Eyüp, Allah Resulü’nün sancaktarı... Biz bugün, sancağı mazlumdan mazluma taşıyoruz.Hacı Musa'nın tüfeği bir duvarı süsleyecek artık, ama  taşıdığı ruhu tamamen terk de içimden gelmiyor.”
    Tüfeği, Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan bir Çeçen öğrenciye emanet etti. Üzerine şöyle yazdı:“Bu silah, yalnızca kurşun değil, bir millete dua ve şuur da taşımıştır. Sedat – 1996”
     Sonra Ilgın’a döndü.Köyüne ulaştığında, babası Hacı Bayram onu kapıda bekliyordu. Sedat, sarılmadan önce babasının kulağına eğildi: “Baba, artık Hacı Musa’nın emaneti bizde.”
     İlk cuma hutbesinde imam, Sedat'ı vaiz kürsüsüne çağırdı. Kalabalığın içinde hem köylüler hem de eski öğrencileri vardı. O, vaaz kürsüsünde ne silah ne savaş anlattı; sadece şu cümleyi kurdu: "Biz zannediyorduk ki mazlumlar uzaklarda. Meğer her mazlum, bizim evimizin kıyısındaymış.”
     O gün Sedat'ın yanında duranlar, yıllar sonra Türkiye’nin dört bir yanında sivil yardım kuruluşlarında, medreselerde, köy okullarında hizmet edecekleedi. Çünkü Musa'nın duası, sadece dağda değil, ovada da aksetmiş, kabule karin olmuştu.
**
                     Sonbahar- 1996
     Mustafa Kocaali, Konya'nın Bozkır ilçesinin serin yamaçlarına döndüğünde yapraklar sararmaya başlamıştı. Dönüşü sessiz oldu. Ne bir karşılama ne de bir merasim…
     O, bunların hiçbirini istememişti zaten. Omzunda bir heybe, içinde Kur’an-ı Kerim, bir avuç Çeçen toprağı, Hacı Musa’nın dua ettiği küçük bir taş parçası ve en önemlisi, Çeçen diline çevrilmiş bir eser: Kücük Sözler.
     Köydeki cami eskiydi, minaresi eğilmişti, içerisi rutubet kokuyordu.Camiyi haftada birkaç kişi ziyaret ediyor, ezan çoğu zaman kasetten okunuyordu.
     Mustafa, ilk adımında bunlara şahit olup hayal kırıklığına uğradı.Topluluktan biri sordu: “Yine medreseye mi döneceksin hocam? Yoksa bir daha mı gideceksin uzaklara?”
     Mustafa gözlerini yere eğdi, kısık sesle cevap verdi: “Bu sefer kalmaya geldim. Ama benden vaaz değil, hâl dinleyin.”
     Günlerce konuşmadı. Her sabah caminin avlusunu süpürdü. Camiye gelen çocuklara süt ve ekmek verdi. Eski kitapları tamir etti. Sıradan, gösterişsiz ama derin bir hayat örmeye başladı.
     Ve yavaş yavaş insanlar onun etrafına toplanmaya başladı. Çünkü onun hali, sözden daha fazla şey söylüyordu.Bir sabah köyün gençlerinden biri, cami avlusunda ona yaklaştı:
     “Mustafa Hoca… Sen Bosna’da mıydın? Çeçenistan’da mı?” Mustafa tebessüm etti: “Ben hala oradayım. Çünkü oralar gönlümün kıyısına taşındı.”
     O günden sonra sohbet halkası genişlemeye başladı. Ama hiçbiri siyasi, hararetli ya da hamasi değildi. Sessiz, derin, sade bir uyanış...
     Bir gün eski okul binasında gönüllü derslere başladı: Kur’an tefsiri, Arapça, hadis meclisi... Ama bir ders, en çok kalabalığı topluyordu:
     “Mazlum Coğrafyalar Dersi” Orada isim geçmezdi. Ama Çeçenya, Gazze, Doğu Türkistan, Halep, Saraybosna hep oradaydı. Ve her dersin sonunda şu cümleyi tekrar ederdi:
     “Büyük bir davanın askeri olunmaz. Önce küçük bir iyiliğin adanmışı olalım da.”
     Yıllar geçti. O küçük cami, bir irfan merkezine dönüştü. Bir gün Mustafa Hoca, arka raftan Hacı Musa’nın duasını yazdığı o taşı çıkardı. Yanında yetişen talebesine uzattı: “Bu, hem susarak konuşanların hem de gövdesini taş altına koyanların duasıydı. Şimdi sıra sende. Ama unutma: Buradaki tavır emir altı; müsbet olmalı. Sesini yükseltmeden sadece ruhunu yücelterek.”
      Talebesi şaşkındı.“Hocam… Oradaki direniş de bir sessizlik midir veya müsbet?”
      Mustafa başını salladı:
      “Evet. Müsbet, hale uygun davranmak, emredildiği gibi yapmaktır.  Bu, sessizliğin içindeki uyanıştır.”
      Ve Bozkır’ın taş sokaklarında akseden ezanlar bir süre sonra artık namaza değil, uyanışa da çağırıyordu.
**
     Yollara düşen dümdarın biri Ahmet Nureddin, mütevazı bir Anadolu Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Kıraat dersi aralarında dergiler getirir, Nabî’den, Necip Fazıl’dan mısralar okur, öğrencilerine sadece kelimeleri değil, kelamın ruhunu da öğretirdi.
     O yıllarda yüreğinde hep bir eksiklik vardı. Bir çınar gibi, gölgesi genişti; ama köklerinde sürekli kıpırdayan bir arayış... Bir gün, eski bir dostu olan Mustafa Kocaali’den bir mektup aldı:
      “Nureddin kardeşim, biz yıllardır aynı rüzgâra karşı yürüyorduk. Ben şimdi duruldum. Fakat etrafıma baktıkça görüyorum ki, asıl yürümesi gereken sendin. Sana bu toprağın suskunluğunda yeşeren bir sırrı anlatmam gerek. Bozkır’a gel…”
     Mektup, Nureddin’i sarsmıştı. O akşam, çantasına sadece bir defter, bir kalem ve Cahit Zarifoğlu’nun “Yedi Güzel Adam” kitabını koyarak yola çıktı. Konya’dan Bozkır’a, bozkırdan kalbin en derin vadisine bir yolculuktu bu.
     Bozkır’a vardığında, Mustafa Hocayı caminin arka tarafındaki küçük kütüphanede buldu. Hala kitapları ciltliyor, çocuklara çay demliyor, öğle namazından sonra Yusuf sûresini okuyordu. Sarılmaları gözyaşlarına karıştı. Uzun süre konuşamadılar. Sessizlik, sözden daha kıymetliydi bazen.
     Mustafa, bir gece sohbetinde ona dönerek, “Sen kelimelerin yoldaşıydın, şimdi kelimeleri yürütme vaktin. Bizim Çeçen mücadelemizin başlangıcını anlatasana birader.” dedi 
     Ahmet Nureddin başını sallayıp eseflendi:
      “Ben öyle uzun soluklu dizi romanlara sabrı yeten insanlardan değilim. Şiir, hikâye ve romanımsı; belki... Bunu dostum Nuri'ye havale edeyim. Geçende 'Tırmanış' diye bir projeden mi bahsediyordu ne?”
     Mustafa gülümsedi:
      “Sen yürü, o yazsın öyleyse! Söz, yürüyenin arkasından gelir zaten.”
                           
                            
                        
                                    Ekleme
                                    Tarihi: 25 Temmuz 2025 -Cuma                                
                                                                                    O Kıyı, Bu Kıyı. - Hikâye
                                                
                                                    Yazıya ifade bırak !
                                                    
                                                    
                                        
                                                    
                                                    
                                                                                                                    Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
                                                                                
                                                    
                                                
                                            
                                             Okuyucu Yorumları
                                                                                            (0)
                                                                                    
                                    Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.



