Mehmet Nuri BİNGÖL
Köşe Yazarı
Mehmet Nuri BİNGÖL
 

YALEL SEDALARI VEYA AKSA MESCİDİ

YALEL SEDALARI VEYA AKSA MESCİDİ   Filistin’in isimsiz kahramanlarına      Önce etraf sarardı, sonra gün. Ardından koyu renk halitasını tadınca da ortalığı seçilir kılan alaca karanlığı sertçe uzaklara itti. “İkinci kuşluk” akşam perdesine sarılınca cıvıltılar silikleşti. Sessiz naralar... Onlarındı elbet sükûn besteleri. Duyulması müşkül nağmeler yeni başlayan süzülüşleriyle göğü biçip duran yarasalara aitti pek tabii. Kurbağa hıçkırıklarıyla göl yakınındaki gölete çevirdi başını. Kurbağalar gibi çeşitli su mahlukatının da orada yaşadığını biliyordu. Abdullah sebebini bilemese de su böcekleri Lut’a düşer düşmez, anında “gölet”e kaçarlardı. Sanki göl itiyordu onları. Birkaç sabırsız kurbağanın kimisi “vırak”ladı, kimisi “vık”ladı, bazısı da türü bilinmeyen dağ kuşları gibi ötmeye koyuldular. Her gündüzün ve gül bahçesinin bir bülbülü olduğu gibi onlar da gelecek gecenin bülbülüydüler demek.     Günler ve geceler başa dönünce dünya ömrü sona eriyordu elbet. Ya hayat?.. Zaman ise semadaki gök cisimleriyle glaksi kollarında koşturuyordu. Hülasa her şey dönüyordu. Bıkmadan usanmadan hem de. Kimisini una, kimisini kepeğe çeviriyordu.     Tarladan çekip ufka çevirdiği gözleri bu sefer sulara döndü. Akşamın adım seslerinin duyulduğu bu vakitte muhteşem görünüyorlardı. Güneşin serptiği ışıklarla tutuşmuş gibiydiler.      Gecenin ilk adımı akşam vakitleriydi. O anları yaşarken hüznü depreşir, bir garip olurdu Abdullah. Günışığının dünyaya elveda etmesi düşündürürdü onu. “Neden buradayız?” diye acı acı tebessüm ederdi.      Babasınınki garipsediği bir inattı sadece. Sualine karşılık bile vermezdi. Annesi desen dünyada ne olup bittiğinden bile habersizdi. Her sabah erkenden uyanır, sac ekmeği yapmar biteviye. Akşama kadar dur dinek bilmez, bir de kır çiçeklerinden ilaç yapmaktan başka bir işle uğraşmazdı. Babası ise boş vermişlikle “tevekkül”ü karıştıran bir hâldeydi. Bu durumuna imrenirdi yine de.      “Ne yapayım ki babam.” diye düşünür, kızamaz, darılamazdı ona. Annesine sorsan böyle olmasına sebep iki “ağa”sının Yahudi askerlerince götürülmeleri ve bir daha da dönmemeleriydi. Garip tavırları o günlerden itibaren başlamıştı.      Bazı günler kaybederler babasını. Pek çok hafta geçince elbiseleri yırtılmış, kır sakalı toprağa bulanmış olarak köye dönerdi. Ancak o vakit nerede olduğunu öğrenebilirlerdi.      “Can oğullarımı aramak için gezindim durdum.”      En son kayboluğunda göz nurları, Miraç’ın başlama noktası Kudüs’e gittiğini söylemiş ve Abdullah’ı şaşırtmıştı. O dikenden telleri ve silahlı Yahudiler’ce sarılı sınırı nasıl geçmişti?      Hadisenin yaşandığı gün kan ter içinde tarlayı çapalıyordu. Gün ikindiyi çoktan devirmiş, gurup vaktine yaklaşmıştı. Bir Yusufçuk kuşu çığlık çığlığa ağlıyor, yırtınıyordu. İnce esen rüzgâr gözlerini körpe toprakla dolduruyordu.      Yine aynı tarladaydı. Yanındaki Lut Gölü’nden bahar kokuları geliyordu, su tuz karışımı ıtır genzini yakıyordu. Yamaçtaki köy evleri beyazlıklarıyla ona göz süzüyordu. Birden babası çıkageldi; usulca, bir suçlu gibi... Acı bir bakış, süzgün bir gülüş, ipince ve acayip... Kuğunun süzülüşü, kelebeğin kanat çırpışı gibi kırgın bir sesle: “Kudüs’te de bulamadım onları” deyiverdi. Ardından başladı hıçkırmaya. Bulamayacağını düşünemiyor bile. Belki de ümidini kaybetmemede haklıydı. Böylesi tavırlarını delice buluyorlardı ama hatalı olan ya kendileriyse?      Her zamanki gibi Abdullah’a düşen şey onu teselli etmekti. Gerçi tam da inanmıyordu ona, Kudüs’e ulaşabildiğini sanmıyordu ama yine de onu avutması, başlayan hıçkırıklarını dindirmesi, yatıştırması gerektiğini anlayabiliyordu. Yoksa yine başlardı ardı arkası gelmeyen “yalel” sedalarına.      Bu “yalel”ler de mi neydi? Her sabah bütün köyü uyandıran figanlardır bunlar. Henüz gün yeni doğduğunda dama çıkar, en uca oturup ayaklarını salıverir, başlar ciğerinden bir aksiseda hâlinde kopup gelen nağmeleri dökmeye.      İlk başlarda İsrail askerleri: “Buna da ne oluyor?” diyerek mâni olmaya çalıştılar ona. Vaziyeti kavrayınca da “Deli işte...” deyip vazgeçtiler. İyi mi ettiler, kötü mü? Bunu düşünmedi bile.      Ay da aynıydı, mevsim de. Hangi gündü, hatırlamıyordu. Beş yıl öncesi. Annesi bozkıra yollamıştı onu, oldukça uzağa yani. Annesinin merhem yapma ilmi vardı ayrıca. Çiçek toplamaya göndermişti onu. Döndüğünde annesi hıçkırıyordu. Kalın ve boğuk sesi ağlayıp üzüldüğü zamanlar gibi ipince olmuştu. Babası dama çıkmış “yalel” diye haykırıyordu yine. Yirmi Filistinli genç gibi ağabeyleri de götürülmüştü. Karşı koymak isteyen üç kadın ve beş ihtiyar şehit edilerek hem de.  Ellerinden ne gelirdi ki? Bilmiyor Abdullah, düşünmek de istemiyor. Belki de yersiz bir çıkış, bir delilik yapar diye kimi vakit hatırlamak bile istemezdi olan biteni.  Güneşin ufak bir parçasının el ettiğini fark ettiğinde düşünceleri noktalanmıştı.      Kazmayı omzuna atıp köye giden yolu adımlamaya koyuldu. Köy evleri her zamanki görünüşleriyle alaca karanlıklara yaslanıp arzı endam ediyor, tepenin basık zirvesine tırmanıp gölü seyrediyordu.  Önündeki on küsur kavak açık lacivert semaya dikilmiş, platoya hüzün dağıtmaktaydı. Köye girmeden önce durdurulup arandı İsrail askerlerince. Hain gülüşlere, sırıtışlara, esaretini daha da sakilleştiren müstehzi hareketlere dayanmalıydı her zamanki gibi.          Aldırmaması, diklenmemesi ve acı da olsa sabretmesi gerektiğini biliyordu. Yoksa anası mahzun, babası kendisinden de mahrum kalabilirdi. Acılarına acı eklememesi lazım onların. Yoksa nasıl, neyle ve kiminle yaşarlar?      Evleri köyün merkezindeydi. Toprak yolu tırmanarak anasının kendisini beklediği fakirhanelerine varmaya çalıştı. Her zamanki gibi annesi kapı önüne oturmuş, kendisini bekliyor, dönüşünü gözlüyordu. Babası içeride olmalıydı, onu fark edemedi çünkü.      “Abdullah ağam! Abdullah ağam!”      Başını çevirdi, tanıdı hemen. Dayısı oğlu Abdussettar’dı bu. Çok hissî, ateşli ve heyecanlı, kendisinin aksine düz siyah saçlara, en garibi de beyaz bir tene ve olduğundan büyük gösteren vücut yapılı o  çocuk.      “Ne vardı Abdussettar?”      “Duydun mu?”      Biraz durup nefeslendi, soruya tekrarladı.      “Duydun mu gelişmeyi?”      “Bir şey duymadım. Ne vardı?”      Çocuğun yeni fark ettiği hıçkırıkları şaşırttı onu, sonra da benzi attı. Kızıp merak ettiği anlardaki gibi titremeye koyuldu. Acaba neydi olan?      “Şey...” dedi çocuk. “Babam Kudüs’e gitmişti. İki gün evvel, Aksa Mescidi’nde cemaatla namaz kılarlarken ateş açılmış üzerlerine.”      “Sakın dayım?..”      “Ağır yaralıymış, bunu duyduk. Fazlasını bilmiyoruz.”       Hafakandan beter bir hâl. Ardından titreme ve vücudundan boşanan ter damlaları... Delikanlı o mübarek mescidin bir bölümü yakıldığı haberinde de böyle olmuştu. Yıkılacak, boğulacak, ölecek sanmıştı kendini. Deli hislerle bozkıra doğru yılkı atları gibi kayıp gitmişti. Şimdi de koşmak, koşmak, koşmak arzusuyla doldu ama tuttu kendini.      Abdussettar’ın kısık sesi onu kendine getirdi:      “Bu haydutların hakkından ne zaman geleceğiz? Bu hâlimiz ne vakte kadar sürecek?”      “Ne vakte kadar mı? Bilemem ki aslanım.”      Elini omzuna attı çocuğun, sakinleştirmeliydi onu:      “Hele yemek yiyelim de sonra konuşuruz .”      Aniden duruşu değişti çocuğun, daha bir irileşti gibi geldi Abdullah’a. Ya sesindeki aşağılama?      “Akşam yemeğiymiş...” dedikten sonra geriye döndü ve koşmaya başladı. Bir yandan da durmadan haykırıyordu.      “Yemekmiş. Akşam yemeğiymiş.”      Uzaklaşan sesi, boğazlanan bir kuzu melemesini andırıyor, yavrusu öldürülen bir anne figanına benziyordu. Abdullah bir baktı ki kendisi de koşmakta. Onu iteleyen şey gayret hissi miydi, utanç mı? Bir çocuk tarafından aşağılanmak, hor görülmek miydi yoksa?      Peşinden koşarken köy evlerinde yanan ocakların küllü ışıkları gözlerinde ürperiyor, bir çok başın meraklı dönüşlerini fark ediyordu ama takmamalıydı hiçbirine. O deli çocuğu durdurmalı ya da onunla birlikte “delilik” yapmalıydı. Böyle düşünüyordu ama yetişmek mümkün değildi ona. Öyle bir koşuşu vardı ki... Önce keskin komutlar, patlayan kahkaha sağanağı ardından silah sesleri ve can yakan feryat figanlar.       Çığlıkların duyulduğu yöne baktı. Öndeki evin penceresinden sarkan genç bir kızcağız mermilerin hedefi olmuş ve toprağa çakılmıştı. Evlerinin önünde akşam yemeğinde olan üç kişi ise yerde kıvranmaktaydı.       “Vay deli” dedi tekrar. “Bak, nelere yol açtı.”        ***      Silah sesleriyle dışarı fırlayan veya içeriye kaçışan, bazısı da vurulmamak için damlardan aşağıya atlayan köylüler biraz sonra bir ses işitince ürperip titrediler.      “Artık yetti. Vallahi de yetti, billahi de yetti.”      Nasıl çıktı oraya? İlk kurşun omuz başına saplanınca bunu düşünmeye çalıştı Abdullah, ikincisinde Abdussettar’ı... Gücünü toplayıp boğazı yırtılır gibi haykırdı tekrar. Ama ne dediğini anlamıyordu bile. Sağ böğrünü parçalayan birkaç kuşunla da kendini bir helezonda buldu.      Annesini görüyordu orada. O tombulve esmer yüzünü süsleyen kapkara gözleri kıpkırmızı olmuştu. Dudakları: “Oğlum, yavrum!” diyordu. Koridor burgu burguydu. Üstelik renk değiştiriyor, turkuaza dönüordu.      “Yalel”ler çınlıyordu kısık, boğuk... Ve ardından tekrar annesi:  “Oğlum.” diye sayha sayha haykırıyordu.       Dudakları şehadet kelimesini söylerken mavi rengin sarıya döndüğüne şahit oldu. Altunî bir kubbe belirdi orada, “Kubbe-i Sahra”ydı bu.      “Beni sizdeki gaflet, tembellik, vefasızlık, dinî izzet eksikliği bu kahredici esarete attı.” diyordu bora şiddetiyle. “Eğer olmuyorsanız, ölseydiniz ya... Şehadeti ne zaman hatırlayacaksınız. Bari bunu hatırlamayı ve hatırlatmayı becerseydiniz.”      Sarı zemin yeşile kaydı nihayet. Koridor sonunda yeşillikler görünüyor, etrafından sekerek gözlerine ulaşıyor, tünel eğrile büğrüle yeşile koşuyordu.      “Allahu Ekber, Allahu Ekber.”       Bu sedalar hem koridor sonundaki yeşil âlemden hem dudaklarından hem de terk etmeye hazırlandığı bu fani âlemden geliyordu. Tekbirler silah seslerine karışıyordu. Yumruk yumruk, uğul uğul fışkırıyordu.       “Filistin’im, vatanım!..” diyerek büküldü dizleri, ardından “Lâ İlâhe İllallah...” diyebildi ancak, kaydı gitti.       Ve köyündeki insanların getirdiği tekbir nidaları, makinalı takırtıları, havan ve top mermisi patlamaları, bütün dünya haydutlarının suratına suratına şaklayan şehadetler ve“yalel” sedaları.  Mehmet Nuri BİNGÖL
Ekleme Tarihi: 10 Mayıs 2021 - Pazartesi

YALEL SEDALARI VEYA AKSA MESCİDİ

YALEL SEDALARI VEYA AKSA MESCİDİ   Filistin’in isimsiz kahramanlarına      Önce etraf sarardı, sonra gün. Ardından koyu renk halitasını tadınca da ortalığı seçilir kılan alaca karanlığı sertçe uzaklara itti. “İkinci kuşluk” akşam perdesine sarılınca cıvıltılar silikleşti. Sessiz naralar... Onlarındı elbet sükûn besteleri. Duyulması müşkül nağmeler yeni başlayan süzülüşleriyle göğü biçip duran yarasalara aitti pek tabii. Kurbağa hıçkırıklarıyla göl yakınındaki gölete çevirdi başını. Kurbağalar gibi çeşitli su mahlukatının da orada yaşadığını biliyordu. Abdullah sebebini bilemese de su böcekleri Lut’a düşer düşmez, anında “gölet”e kaçarlardı. Sanki göl itiyordu onları. Birkaç sabırsız kurbağanın kimisi “vırak”ladı, kimisi “vık”ladı, bazısı da türü bilinmeyen dağ kuşları gibi ötmeye koyuldular. Her gündüzün ve gül bahçesinin bir bülbülü olduğu gibi onlar da gelecek gecenin bülbülüydüler demek.     Günler ve geceler başa dönünce dünya ömrü sona eriyordu elbet. Ya hayat?.. Zaman ise semadaki gök cisimleriyle glaksi kollarında koşturuyordu. Hülasa her şey dönüyordu. Bıkmadan usanmadan hem de. Kimisini una, kimisini kepeğe çeviriyordu.     Tarladan çekip ufka çevirdiği gözleri bu sefer sulara döndü. Akşamın adım seslerinin duyulduğu bu vakitte muhteşem görünüyorlardı. Güneşin serptiği ışıklarla tutuşmuş gibiydiler.      Gecenin ilk adımı akşam vakitleriydi. O anları yaşarken hüznü depreşir, bir garip olurdu Abdullah. Günışığının dünyaya elveda etmesi düşündürürdü onu. “Neden buradayız?” diye acı acı tebessüm ederdi.      Babasınınki garipsediği bir inattı sadece. Sualine karşılık bile vermezdi. Annesi desen dünyada ne olup bittiğinden bile habersizdi. Her sabah erkenden uyanır, sac ekmeği yapmar biteviye. Akşama kadar dur dinek bilmez, bir de kır çiçeklerinden ilaç yapmaktan başka bir işle uğraşmazdı. Babası ise boş vermişlikle “tevekkül”ü karıştıran bir hâldeydi. Bu durumuna imrenirdi yine de.      “Ne yapayım ki babam.” diye düşünür, kızamaz, darılamazdı ona. Annesine sorsan böyle olmasına sebep iki “ağa”sının Yahudi askerlerince götürülmeleri ve bir daha da dönmemeleriydi. Garip tavırları o günlerden itibaren başlamıştı.      Bazı günler kaybederler babasını. Pek çok hafta geçince elbiseleri yırtılmış, kır sakalı toprağa bulanmış olarak köye dönerdi. Ancak o vakit nerede olduğunu öğrenebilirlerdi.      “Can oğullarımı aramak için gezindim durdum.”      En son kayboluğunda göz nurları, Miraç’ın başlama noktası Kudüs’e gittiğini söylemiş ve Abdullah’ı şaşırtmıştı. O dikenden telleri ve silahlı Yahudiler’ce sarılı sınırı nasıl geçmişti?      Hadisenin yaşandığı gün kan ter içinde tarlayı çapalıyordu. Gün ikindiyi çoktan devirmiş, gurup vaktine yaklaşmıştı. Bir Yusufçuk kuşu çığlık çığlığa ağlıyor, yırtınıyordu. İnce esen rüzgâr gözlerini körpe toprakla dolduruyordu.      Yine aynı tarladaydı. Yanındaki Lut Gölü’nden bahar kokuları geliyordu, su tuz karışımı ıtır genzini yakıyordu. Yamaçtaki köy evleri beyazlıklarıyla ona göz süzüyordu. Birden babası çıkageldi; usulca, bir suçlu gibi... Acı bir bakış, süzgün bir gülüş, ipince ve acayip... Kuğunun süzülüşü, kelebeğin kanat çırpışı gibi kırgın bir sesle: “Kudüs’te de bulamadım onları” deyiverdi. Ardından başladı hıçkırmaya. Bulamayacağını düşünemiyor bile. Belki de ümidini kaybetmemede haklıydı. Böylesi tavırlarını delice buluyorlardı ama hatalı olan ya kendileriyse?      Her zamanki gibi Abdullah’a düşen şey onu teselli etmekti. Gerçi tam da inanmıyordu ona, Kudüs’e ulaşabildiğini sanmıyordu ama yine de onu avutması, başlayan hıçkırıklarını dindirmesi, yatıştırması gerektiğini anlayabiliyordu. Yoksa yine başlardı ardı arkası gelmeyen “yalel” sedalarına.      Bu “yalel”ler de mi neydi? Her sabah bütün köyü uyandıran figanlardır bunlar. Henüz gün yeni doğduğunda dama çıkar, en uca oturup ayaklarını salıverir, başlar ciğerinden bir aksiseda hâlinde kopup gelen nağmeleri dökmeye.      İlk başlarda İsrail askerleri: “Buna da ne oluyor?” diyerek mâni olmaya çalıştılar ona. Vaziyeti kavrayınca da “Deli işte...” deyip vazgeçtiler. İyi mi ettiler, kötü mü? Bunu düşünmedi bile.      Ay da aynıydı, mevsim de. Hangi gündü, hatırlamıyordu. Beş yıl öncesi. Annesi bozkıra yollamıştı onu, oldukça uzağa yani. Annesinin merhem yapma ilmi vardı ayrıca. Çiçek toplamaya göndermişti onu. Döndüğünde annesi hıçkırıyordu. Kalın ve boğuk sesi ağlayıp üzüldüğü zamanlar gibi ipince olmuştu. Babası dama çıkmış “yalel” diye haykırıyordu yine. Yirmi Filistinli genç gibi ağabeyleri de götürülmüştü. Karşı koymak isteyen üç kadın ve beş ihtiyar şehit edilerek hem de.  Ellerinden ne gelirdi ki? Bilmiyor Abdullah, düşünmek de istemiyor. Belki de yersiz bir çıkış, bir delilik yapar diye kimi vakit hatırlamak bile istemezdi olan biteni.  Güneşin ufak bir parçasının el ettiğini fark ettiğinde düşünceleri noktalanmıştı.      Kazmayı omzuna atıp köye giden yolu adımlamaya koyuldu. Köy evleri her zamanki görünüşleriyle alaca karanlıklara yaslanıp arzı endam ediyor, tepenin basık zirvesine tırmanıp gölü seyrediyordu.  Önündeki on küsur kavak açık lacivert semaya dikilmiş, platoya hüzün dağıtmaktaydı. Köye girmeden önce durdurulup arandı İsrail askerlerince. Hain gülüşlere, sırıtışlara, esaretini daha da sakilleştiren müstehzi hareketlere dayanmalıydı her zamanki gibi.          Aldırmaması, diklenmemesi ve acı da olsa sabretmesi gerektiğini biliyordu. Yoksa anası mahzun, babası kendisinden de mahrum kalabilirdi. Acılarına acı eklememesi lazım onların. Yoksa nasıl, neyle ve kiminle yaşarlar?      Evleri köyün merkezindeydi. Toprak yolu tırmanarak anasının kendisini beklediği fakirhanelerine varmaya çalıştı. Her zamanki gibi annesi kapı önüne oturmuş, kendisini bekliyor, dönüşünü gözlüyordu. Babası içeride olmalıydı, onu fark edemedi çünkü.      “Abdullah ağam! Abdullah ağam!”      Başını çevirdi, tanıdı hemen. Dayısı oğlu Abdussettar’dı bu. Çok hissî, ateşli ve heyecanlı, kendisinin aksine düz siyah saçlara, en garibi de beyaz bir tene ve olduğundan büyük gösteren vücut yapılı o  çocuk.      “Ne vardı Abdussettar?”      “Duydun mu?”      Biraz durup nefeslendi, soruya tekrarladı.      “Duydun mu gelişmeyi?”      “Bir şey duymadım. Ne vardı?”      Çocuğun yeni fark ettiği hıçkırıkları şaşırttı onu, sonra da benzi attı. Kızıp merak ettiği anlardaki gibi titremeye koyuldu. Acaba neydi olan?      “Şey...” dedi çocuk. “Babam Kudüs’e gitmişti. İki gün evvel, Aksa Mescidi’nde cemaatla namaz kılarlarken ateş açılmış üzerlerine.”      “Sakın dayım?..”      “Ağır yaralıymış, bunu duyduk. Fazlasını bilmiyoruz.”       Hafakandan beter bir hâl. Ardından titreme ve vücudundan boşanan ter damlaları... Delikanlı o mübarek mescidin bir bölümü yakıldığı haberinde de böyle olmuştu. Yıkılacak, boğulacak, ölecek sanmıştı kendini. Deli hislerle bozkıra doğru yılkı atları gibi kayıp gitmişti. Şimdi de koşmak, koşmak, koşmak arzusuyla doldu ama tuttu kendini.      Abdussettar’ın kısık sesi onu kendine getirdi:      “Bu haydutların hakkından ne zaman geleceğiz? Bu hâlimiz ne vakte kadar sürecek?”      “Ne vakte kadar mı? Bilemem ki aslanım.”      Elini omzuna attı çocuğun, sakinleştirmeliydi onu:      “Hele yemek yiyelim de sonra konuşuruz .”      Aniden duruşu değişti çocuğun, daha bir irileşti gibi geldi Abdullah’a. Ya sesindeki aşağılama?      “Akşam yemeğiymiş...” dedikten sonra geriye döndü ve koşmaya başladı. Bir yandan da durmadan haykırıyordu.      “Yemekmiş. Akşam yemeğiymiş.”      Uzaklaşan sesi, boğazlanan bir kuzu melemesini andırıyor, yavrusu öldürülen bir anne figanına benziyordu. Abdullah bir baktı ki kendisi de koşmakta. Onu iteleyen şey gayret hissi miydi, utanç mı? Bir çocuk tarafından aşağılanmak, hor görülmek miydi yoksa?      Peşinden koşarken köy evlerinde yanan ocakların küllü ışıkları gözlerinde ürperiyor, bir çok başın meraklı dönüşlerini fark ediyordu ama takmamalıydı hiçbirine. O deli çocuğu durdurmalı ya da onunla birlikte “delilik” yapmalıydı. Böyle düşünüyordu ama yetişmek mümkün değildi ona. Öyle bir koşuşu vardı ki... Önce keskin komutlar, patlayan kahkaha sağanağı ardından silah sesleri ve can yakan feryat figanlar.       Çığlıkların duyulduğu yöne baktı. Öndeki evin penceresinden sarkan genç bir kızcağız mermilerin hedefi olmuş ve toprağa çakılmıştı. Evlerinin önünde akşam yemeğinde olan üç kişi ise yerde kıvranmaktaydı.       “Vay deli” dedi tekrar. “Bak, nelere yol açtı.”        ***      Silah sesleriyle dışarı fırlayan veya içeriye kaçışan, bazısı da vurulmamak için damlardan aşağıya atlayan köylüler biraz sonra bir ses işitince ürperip titrediler.      “Artık yetti. Vallahi de yetti, billahi de yetti.”      Nasıl çıktı oraya? İlk kurşun omuz başına saplanınca bunu düşünmeye çalıştı Abdullah, ikincisinde Abdussettar’ı... Gücünü toplayıp boğazı yırtılır gibi haykırdı tekrar. Ama ne dediğini anlamıyordu bile. Sağ böğrünü parçalayan birkaç kuşunla da kendini bir helezonda buldu.      Annesini görüyordu orada. O tombulve esmer yüzünü süsleyen kapkara gözleri kıpkırmızı olmuştu. Dudakları: “Oğlum, yavrum!” diyordu. Koridor burgu burguydu. Üstelik renk değiştiriyor, turkuaza dönüordu.      “Yalel”ler çınlıyordu kısık, boğuk... Ve ardından tekrar annesi:  “Oğlum.” diye sayha sayha haykırıyordu.       Dudakları şehadet kelimesini söylerken mavi rengin sarıya döndüğüne şahit oldu. Altunî bir kubbe belirdi orada, “Kubbe-i Sahra”ydı bu.      “Beni sizdeki gaflet, tembellik, vefasızlık, dinî izzet eksikliği bu kahredici esarete attı.” diyordu bora şiddetiyle. “Eğer olmuyorsanız, ölseydiniz ya... Şehadeti ne zaman hatırlayacaksınız. Bari bunu hatırlamayı ve hatırlatmayı becerseydiniz.”      Sarı zemin yeşile kaydı nihayet. Koridor sonunda yeşillikler görünüyor, etrafından sekerek gözlerine ulaşıyor, tünel eğrile büğrüle yeşile koşuyordu.      “Allahu Ekber, Allahu Ekber.”       Bu sedalar hem koridor sonundaki yeşil âlemden hem dudaklarından hem de terk etmeye hazırlandığı bu fani âlemden geliyordu. Tekbirler silah seslerine karışıyordu. Yumruk yumruk, uğul uğul fışkırıyordu.       “Filistin’im, vatanım!..” diyerek büküldü dizleri, ardından “Lâ İlâhe İllallah...” diyebildi ancak, kaydı gitti.       Ve köyündeki insanların getirdiği tekbir nidaları, makinalı takırtıları, havan ve top mermisi patlamaları, bütün dünya haydutlarının suratına suratına şaklayan şehadetler ve“yalel” sedaları.  Mehmet Nuri BİNGÖL
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.