Bir Ülkenin Gençliği Gözden Kaçarken
Bir Ülkenin Gençliği Gözden Kaçarken
Son günlerde uyuşturucu kullanımı nedeniyle gözaltına alınan ünlüler ve sosyal medya fenomenleri, toplumda haklı bir tartışmayı yeniden alevlendirdi.
Ancak bu tabloya yalnızca bireysel hatalar ya da “yanlış tercihler” üzerinden bakmak, meselenin asıl merkezini ıskalamak olur. Çünkü burada mesele birkaç ünlü isim değil; onları izleyerek büyüyen, özdeşleşen ve yönünü onlardan alan bir gençliktir.
Sosyal medya artık yalnızca bir iletişim alanı değil; gençler için bir kimlik vitrinidir. Ne giyileceği, nasıl konuşulacağı, neyin “cool” sayılacağı bu vitrin üzerinden belirlenmektedir.
Sosyolog Zygmunt Bauman, modern toplumda bireyin “derinleşmek yerine hızla tüketmeye” yönlendirildiğini söyler. Bu hız kültürü içinde genç, acıyla yüzleşmeyi değil; acıyı susturmayı öğrenir. Uyuşturucu tam da bu noktada bir kaçış kapısı olarak belirir.
Bu kaçış yalnızca maddeyle sınırlı değildir. Son yıllarda okullarda artan intihar vakaları ve girişimleri, aynı ruhsal zeminin başka bir yüzünü göstermektedir.
Her bir vaka, diğer gençler için yalnızca bir haber değil; “mümkünlük” fikridir.
Sosyolog Émile Durkheim, intiharı bireysel bir eylemden çok, toplumsal bağların zayıflamasının sonucu olarak tanımlar. Bugün gençler kalabalıklar içinde büyürken, duygusal olarak derin bir yalnızlık yaşamaktadır.
Peki bu yalnızlık nerede başlar? Çoğu zaman ailede.
Günümüzde birçok aile, sevgiyi duygusal temasla değil; nesnelerle ikame etmektedir. Pahalı kıyafetler, son model telefonlar, markalı eşyalar; çocuğun ihtiyaç duyduğu duygusal karşılığı vermez.
Psikanalist Donald Winnicott, çocuğun sağlıklı gelişimi için en temel ihtiyacın “duygusal olarak ulaşılabilir bir ebeveyn” olduğunu vurgular. Çocuk görülmediğinde, sahip olduklarıyla değil; eksik kalan bağlarıyla büyür.
Bu eksiklik okula taşındığında ise çoğu zaman fark edilmez. Çünkü okul sistemi, çocuğun ruhsal sinyallerini okumakta giderek daha yetersiz hale gelmiştir.
Sosyolojik bakıştan, beden dili okumasından ve duygusal farkındalıktan uzak bir eğitim pratiği; çocuğu yalnızca akademik performans üzerinden değerlendirmektedir. Psikolojik danışmanlık hizmetlerinin sınırlılığı ve sınıf öğretmenlerinin ağır müfredat baskısı, bu görünmezliği daha da derinleştirmektedir.
Sorun bireysel ihmallerden çok, eğitimin tek taraflı bir zihinsel alana yüklenmesidir…
Sistem, ağırlıklı olarak sol beyni; yani analitik düşünceyi, sınav başarısını ve sayısal performansı beslerken, sağ beyni —duygu, empati, yaratıcılık ve ifade alanlarını— ihmal etmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yasaklamalarına rağmen çoğu okullarda her hafta yapılan deneme sınavları, çocuğu öğrenen bir birey olmaktan çıkarıp sürekli ölçülen bir nesneye dönüştürmektedir.
Psikiyatrist Aaron T. Beck, depresyonun temelinde bireyin kendisi, dünya ve gelecek hakkında geliştirdiği olumsuz düşünce kalıplarının yattığını söyler.
Sürekli “yetersiz” hisseden, değeri yalnızca sınav sonuçlarıyla ölçülen bir çocuk için gelecek; umut değil, baskı üretir. Bu baskı zamanla yalnızca kaygıya değil, yaşamdan geri çekilmeye dönüşür.
Tam da bu noktada sosyolog Émile Durkheim’ın şu tespiti bugün çok daha anlamlıdır:
“İntihar, bireyin yalnızca kendisiyle ilgili bir kararı değil; toplumla kurduğu bağın koptuğu anda ortaya çıkan sosyal bir olgudur.”
Bugün artan intihar vakaları ve girişimleri, bireysel zayıflıkların değil; kopmuş bağların, görülmeyen duyguların ve duyulmayan çığlıkların sonucudur. Genç, ailesinde yeterince duyulmadığında; okulda yalnızca performansıyla var edildiğinde; toplumda ise yalnızca “başarılı” olduğu sürece kabul gördüğünde, yaşamla kurduğu bağ giderek incelir. İntihar, bu incelmenin en uç ve en trajik sonucudur.
Bu nedenle yaşananları yalnızca bireysel trajediler olarak okumak, sorunu görünmez kılar. Asıl mesele; gençlerin hayata tutunmasını sağlayacak duygusal bağların sistematik olarak zayıflatılmasıdır.
Bugün gözaltına alınanlar yalnızca ünlüler değildir.
Asıl gözaltında olan; duyguları fark edilmeyen, yalnızlığı normalize edilen ve sessizliğe itilen bir gençliktir.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
Ekleme
Tarihi: 18 Aralık 2025 -Perşembe
Bir Ülkenin Gençliği Gözden Kaçarken
Bir Ülkenin Gençliği Gözden Kaçarken
Son günlerde uyuşturucu kullanımı nedeniyle gözaltına alınan ünlüler ve sosyal medya fenomenleri, toplumda haklı bir tartışmayı yeniden alevlendirdi.
Ancak bu tabloya yalnızca bireysel hatalar ya da “yanlış tercihler” üzerinden bakmak, meselenin asıl merkezini ıskalamak olur. Çünkü burada mesele birkaç ünlü isim değil; onları izleyerek büyüyen, özdeşleşen ve yönünü onlardan alan bir gençliktir.
Sosyal medya artık yalnızca bir iletişim alanı değil; gençler için bir kimlik vitrinidir. Ne giyileceği, nasıl konuşulacağı, neyin “cool” sayılacağı bu vitrin üzerinden belirlenmektedir.
Sosyolog Zygmunt Bauman, modern toplumda bireyin “derinleşmek yerine hızla tüketmeye” yönlendirildiğini söyler. Bu hız kültürü içinde genç, acıyla yüzleşmeyi değil; acıyı susturmayı öğrenir. Uyuşturucu tam da bu noktada bir kaçış kapısı olarak belirir.
Bu kaçış yalnızca maddeyle sınırlı değildir. Son yıllarda okullarda artan intihar vakaları ve girişimleri, aynı ruhsal zeminin başka bir yüzünü göstermektedir.
Her bir vaka, diğer gençler için yalnızca bir haber değil; “mümkünlük” fikridir.
Sosyolog Émile Durkheim, intiharı bireysel bir eylemden çok, toplumsal bağların zayıflamasının sonucu olarak tanımlar. Bugün gençler kalabalıklar içinde büyürken, duygusal olarak derin bir yalnızlık yaşamaktadır.
Peki bu yalnızlık nerede başlar? Çoğu zaman ailede.
Günümüzde birçok aile, sevgiyi duygusal temasla değil; nesnelerle ikame etmektedir. Pahalı kıyafetler, son model telefonlar, markalı eşyalar; çocuğun ihtiyaç duyduğu duygusal karşılığı vermez.
Psikanalist Donald Winnicott, çocuğun sağlıklı gelişimi için en temel ihtiyacın “duygusal olarak ulaşılabilir bir ebeveyn” olduğunu vurgular. Çocuk görülmediğinde, sahip olduklarıyla değil; eksik kalan bağlarıyla büyür.
Bu eksiklik okula taşındığında ise çoğu zaman fark edilmez. Çünkü okul sistemi, çocuğun ruhsal sinyallerini okumakta giderek daha yetersiz hale gelmiştir.
Sosyolojik bakıştan, beden dili okumasından ve duygusal farkındalıktan uzak bir eğitim pratiği; çocuğu yalnızca akademik performans üzerinden değerlendirmektedir. Psikolojik danışmanlık hizmetlerinin sınırlılığı ve sınıf öğretmenlerinin ağır müfredat baskısı, bu görünmezliği daha da derinleştirmektedir.
Sorun bireysel ihmallerden çok, eğitimin tek taraflı bir zihinsel alana yüklenmesidir…
Sistem, ağırlıklı olarak sol beyni; yani analitik düşünceyi, sınav başarısını ve sayısal performansı beslerken, sağ beyni —duygu, empati, yaratıcılık ve ifade alanlarını— ihmal etmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yasaklamalarına rağmen çoğu okullarda her hafta yapılan deneme sınavları, çocuğu öğrenen bir birey olmaktan çıkarıp sürekli ölçülen bir nesneye dönüştürmektedir.
Psikiyatrist Aaron T. Beck, depresyonun temelinde bireyin kendisi, dünya ve gelecek hakkında geliştirdiği olumsuz düşünce kalıplarının yattığını söyler.
Sürekli “yetersiz” hisseden, değeri yalnızca sınav sonuçlarıyla ölçülen bir çocuk için gelecek; umut değil, baskı üretir. Bu baskı zamanla yalnızca kaygıya değil, yaşamdan geri çekilmeye dönüşür.
Tam da bu noktada sosyolog Émile Durkheim’ın şu tespiti bugün çok daha anlamlıdır:
“İntihar, bireyin yalnızca kendisiyle ilgili bir kararı değil; toplumla kurduğu bağın koptuğu anda ortaya çıkan sosyal bir olgudur.”
Bugün artan intihar vakaları ve girişimleri, bireysel zayıflıkların değil; kopmuş bağların, görülmeyen duyguların ve duyulmayan çığlıkların sonucudur. Genç, ailesinde yeterince duyulmadığında; okulda yalnızca performansıyla var edildiğinde; toplumda ise yalnızca “başarılı” olduğu sürece kabul gördüğünde, yaşamla kurduğu bağ giderek incelir. İntihar, bu incelmenin en uç ve en trajik sonucudur.
Bu nedenle yaşananları yalnızca bireysel trajediler olarak okumak, sorunu görünmez kılar. Asıl mesele; gençlerin hayata tutunmasını sağlayacak duygusal bağların sistematik olarak zayıflatılmasıdır.
Bugün gözaltına alınanlar yalnızca ünlüler değildir.
Asıl gözaltında olan; duyguları fark edilmeyen, yalnızlığı normalize edilen ve sessizliğe itilen bir gençliktir.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.
