Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş
 

MODERN İNSANIN İNANÇ SORUNLARI!

Modern İnsanın İnanç Sorunlarını Besleyen Problemli Din Algısı. Yüce Allah’ın din dediği olguyla zaman içinde insan ve toplumların din dediği pratikler arasında oldukça farklı tespitler bulunmaktadır. Üstelik de bu farklılığın dezenfektasyonu için değişmeyen hatta bozulmayan vahyin katkısı olduğu unutulmamalıdır. Hem insanlığın daha ilk aşamasından itibaren değişen bu katkının zaman içinde seçilen elçiler üzerinden yeniden hayata tutundurulması süreci, vahyin hayata dokunduğu temel olguların sabit kaldığını göstermektedir.  İnsanlığın dünya hayatını ilkesel anlamda yönlendirmekle kalmayıp kayıt altına alan ve zaman içinde temel ilkeler bağlamında konsepte eden Yüce Allah’ın uzun zaman içinde din ve onun temel aksiyonlarını hayata tutunduran vahyinin kurumsallaşmış ve artık saflığını yitirmiş din anlayışlarına temel teşkil etmediği de bilinmek zorundadır. Asıl tespit ve bilinmesi gereken katkıların arifesinde İslâm denilen hak dinin insanlıkla başlayan ve yine onun katkılarıyla hayata tutunacağı bir irade beyanı olduğu asla unutulmamalıdır. Dini başkaldırı olan bazı tutumların zaman içinde hayli değişime de uğradığı görülmektedir. Özellikle Batı Uygarlığında akleden insanlar ile dini akleden unsurların dışında tutan gelenek arasındaki mücadelenin başlama tarihini bilirsek, zaman içinde ortaya çıkan deizm, ateizm ve sekülerizmin geleneksel dindarlık anlayış ve kurumlarıyla hayli mücadele ettiği aşikârdır. Hatta bu mücadele yaklaşımlarının din denilen olguyla değil, dindarlık sürecinin taraftar diliyle münakaşa ettiği de açıkça ortadadır.  Kanaatimizce refleksif ve reaksiyoner din bu yaklaşımlar olamaz. Her ikisinin de tutum ve hareket planlarını bilirsek, insan ve dinsel kurumlar arasındaki mücadelenin temel fonksiyonunu öne alan ve zaman içinde itiraz edilen şey ile din olgusunun eşitliğini de ortadan kaldırabiliriz. Konu hakkında hem ilkesel bildirileri ve hem de yaşanan dindarlıkları hayata taşımada tutunulması gereken esaslı duruşlara katkı sunan Mustafa Çağrıcı hocamızın şu tespiti, hayata dokunan beşer katkılarının olası hatta olması gereken sağlıklı yönünü ortaya koymakta gibidir: “İslâmiyet, insaniyettir. İnsaniyeti kusurlu olanın Müslümanlığı da kusurludur." Bu tespitin en değerli vasfı, dinin "güzel ahlak" olduğunun tespitidir diyebiliriz. Yani Yüce Allah’ın doğrudan muhatabı durumunda olan insanın sağlıklı bir hayat sürmesine yol açan ahlaki değerler, din denilen tespitlerin hem en değerli ve hem de en önde gelen kazanımlarındandır.  Belki de insanlığın ilk ve tek dini olan İslam’ın ana tercihinin "Müslüman ahlakını güzelleştirmek" olması, insanı eğitmek için zorunlu eylem kategorisine alınan pek çok ibadetin ahlakî kazanıma katkı sunmasını da daha sağlıklı bir şekilde anlamamıza neden olacaktır. Dinin asıl amacının ahlâkı güzelleştirmek olması, İslam’ın asıl, temel hatta merkezî değerinin standartlarını belirlediği ahlakî kazanım olacağını da yakinen öne alacaktır. İlk ve son din özelinde açıkça ifade edildiğine göre takvanın asıl kazanım, onu besleyen pek çok inanış ve ibadetin ise katkı unsuru olduğunu bilmek, insan ve din yakınlığını gözler önüne  sermektedir.  Bu meyanda insanlık tarihi özelinde her daim bilmek lazımdır ki, dünya hayatı süresince bizleri besleyen temel unsur sadedindeki dindarlığın beşer tercihi olup, ateizmin ise buna alternatif din algısı olarak sunulmasını gündeme getirmiştir. Görüldüğü kadarıyla Yüce Allah’ın din diye tanımladığı temel ilkelerle mücadele ve hatta kavga vermenin adına “deizm” denilmemektedir. Üstelik böyle bir isim, yüzyıllar önce deizm olgusunu hayata taşıyan ve sunulan dindarlığı devre dışı bırakmak isteyen kişilerce hayata taşındığını bilmek lazımdır. Yakından bilindiğine göre, onların verdikleri mücadele, olması gereken din ile değil, kurumlarca sunulan din olgusuyla olduğu aşikârdır. Tevhit unsurlarının reddi denilen böylesi süreçlerde insan ve din kavgasından bahsedilemez. Onların itirazlarına muhatap olan kabullerin Tanrı’nın indirdiği din değil, onun beşer ve kurum aracılığıyla sunulan şekilleridir diyebiliriz. Buna göre, akleden insanların itirazlarına muhatap kılınan kabuller Yüce Allah’ın dini değil, beşerin ve dahi din adamlarının sunduğu dindarlık ölçekleri olmuştur. Tevhidin reddi mealinde olmasa bile, modern insanın bazı kişi ve kurumların din diye sunduğu kabullerle tartışıp bu gibi olası dindarlıklarla mücadele ettiği de bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki bunun adına deizm denilen ve ortaya çıktığı sürede kurumsallaşan dindarlığın kabulleri ile sunumlarıyla çatışan bir dindarlık ölçeği de bulunmaktadır. Değişen ve gelişen zaman içinde deizmin adeta ateizmi besleyen bir kabul olması ise, sadece tek Tanrı anlayışını kabul edip Yüce Allah’ın haber verdiği pek çok ölçü ve kurumsal kazanımdan (Ahiret hayatı, peygamberlik, vahiy süreci vb. gibi) uzak kaldığını da göstermektedir. Bize göre, adeta Yüce Tanrı’nın tespitindeki on kazanımdan birisini merkeze alan deizmin zaman içinde tevhide değil ateizme daha yakın durduğu süreçleri de devreye sokmuştur.  Denilebilir ki, ortaya çıktığı zamanlar itibariyle bazı toplumların merkeze aldığı dindarlık ölçülerine itiraz eden deizmin tetikleyici unsurlarının başında gelen yaklaşım, Müslümanların ya da genel anlamda dindarların ahlâkî zafiyetlerinin hak dine mal edilerek basamak yapılmasıdır. Bu sürecin en sorunlu kazanımları fetva ile takva ölçüsünün kaybı ile başlayan bir sürece işaret etmektedir. Böylesi zamanlara gebe olarak ilkesel dindarlıktan ziyade fıkıh dindarlığının merkeze alınması, hayatın gerekli kazanımlarını devre dışı bırakan bir yaklaşımın merkeze alınıp, adeta “hayvana su veren insan” ölçeğinde hayata tutunmayan merhametin kaybı da böyle bir tercihtir.  Kendi dönemlerinde hayata dokunan din ve dindarlığı besleyici ve dahi örneklendirici bir tercihi olan elçilerin, insanların “elinden tutan" bir kişilik oldukları akıldan çıkarılmamalıdır. Hatta seçilmiş olan elçilerin yaşamsal devirlerinde örnek oldukları dindarlığın, hem kendi ve hem de muhataplar nezdinde yaşam fonksiyonelinde devreye aldıkları sadeliklerin devre dışı kalması, onların yerine kurgulanan bir dindarlığın da merkeze alınmasına neden olmuştur.  Gerek insanlığın ve de gerekse dindarlığın her iki aşamasında da hayat süren Hz. Ömer’in tespitine göre: "Eğer sen sadece emsallerinle oturup kalksaydın seninle sohbete nail olamazdık" diyen muhatapların sosyal seviyesi bile bu kazanıma işaret etmektedir. Buna göre, Müslümanlık denilen dindarlığın yaşanan hayata anlam katan kabul durumundaki ahlâk merkezli kazanımlarla beslenmesi, tevhit bağlamındaki sahih dindarlığın ana kazanımıdır.  
Ekleme Tarihi: 21 Ocak 2023 - Cumartesi

MODERN İNSANIN İNANÇ SORUNLARI!

Modern İnsanın İnanç Sorunlarını Besleyen Problemli Din Algısı.

Yüce Allah’ın din dediği olguyla zaman içinde insan ve toplumların din dediği pratikler arasında oldukça farklı tespitler bulunmaktadır. Üstelik de bu farklılığın dezenfektasyonu için değişmeyen hatta bozulmayan vahyin katkısı olduğu unutulmamalıdır. Hem insanlığın daha ilk aşamasından itibaren değişen bu katkının zaman içinde seçilen elçiler üzerinden yeniden hayata tutundurulması süreci, vahyin hayata dokunduğu temel olguların sabit kaldığını göstermektedir. 
İnsanlığın dünya hayatını ilkesel anlamda yönlendirmekle kalmayıp kayıt altına alan ve zaman içinde temel ilkeler bağlamında konsepte eden Yüce Allah’ın uzun zaman içinde din ve onun temel aksiyonlarını hayata tutunduran vahyinin kurumsallaşmış ve artık saflığını yitirmiş din anlayışlarına temel teşkil etmediği de bilinmek zorundadır. Asıl tespit ve bilinmesi gereken katkıların arifesinde İslâm denilen hak dinin insanlıkla başlayan ve yine onun katkılarıyla hayata tutunacağı bir irade beyanı olduğu asla unutulmamalıdır.

Dini başkaldırı olan bazı tutumların zaman içinde hayli değişime de uğradığı görülmektedir. Özellikle Batı Uygarlığında akleden insanlar ile dini akleden unsurların dışında tutan gelenek arasındaki mücadelenin başlama tarihini bilirsek, zaman içinde ortaya çıkan deizm, ateizm ve sekülerizmin geleneksel dindarlık anlayış ve kurumlarıyla hayli mücadele ettiği aşikârdır. Hatta bu mücadele yaklaşımlarının din denilen olguyla değil, dindarlık sürecinin taraftar diliyle münakaşa ettiği de açıkça ortadadır. 

Kanaatimizce refleksif ve reaksiyoner din bu yaklaşımlar olamaz. Her ikisinin de tutum ve hareket planlarını bilirsek, insan ve dinsel kurumlar arasındaki mücadelenin temel fonksiyonunu öne alan ve zaman içinde itiraz edilen şey ile din olgusunun eşitliğini de ortadan kaldırabiliriz.

Konu hakkında hem ilkesel bildirileri ve hem de yaşanan dindarlıkları hayata taşımada tutunulması gereken esaslı duruşlara katkı sunan Mustafa Çağrıcı hocamızın şu tespiti, hayata dokunan beşer katkılarının olası hatta olması gereken sağlıklı yönünü ortaya koymakta gibidir: “İslâmiyet, insaniyettir. İnsaniyeti kusurlu olanın Müslümanlığı da kusurludur." Bu tespitin en değerli vasfı, dinin "güzel ahlak" olduğunun tespitidir diyebiliriz. Yani Yüce Allah’ın doğrudan muhatabı durumunda olan insanın sağlıklı bir hayat sürmesine yol açan ahlaki değerler, din denilen tespitlerin hem en değerli ve hem de en önde gelen kazanımlarındandır. 

Belki de insanlığın ilk ve tek dini olan İslam’ın ana tercihinin "Müslüman ahlakını güzelleştirmek" olması, insanı eğitmek için zorunlu eylem kategorisine alınan pek çok ibadetin ahlakî kazanıma katkı sunmasını da daha sağlıklı bir şekilde anlamamıza neden olacaktır. Dinin asıl amacının ahlâkı güzelleştirmek olması, İslam’ın asıl, temel hatta merkezî değerinin standartlarını belirlediği ahlakî kazanım olacağını da yakinen öne alacaktır. İlk ve son din özelinde açıkça ifade edildiğine göre takvanın asıl kazanım, onu besleyen pek çok inanış ve ibadetin ise katkı unsuru olduğunu bilmek, insan ve din yakınlığını gözler önüne 
sermektedir. 

Bu meyanda insanlık tarihi özelinde her daim bilmek lazımdır ki, dünya hayatı süresince bizleri besleyen temel unsur sadedindeki dindarlığın beşer tercihi olup, ateizmin ise buna alternatif din algısı olarak sunulmasını gündeme getirmiştir.


Görüldüğü kadarıyla Yüce Allah’ın din diye tanımladığı temel ilkelerle mücadele ve hatta kavga vermenin adına “deizm” denilmemektedir. Üstelik böyle bir isim, yüzyıllar önce deizm olgusunu hayata taşıyan ve sunulan dindarlığı devre dışı bırakmak isteyen kişilerce hayata taşındığını bilmek lazımdır. Yakından bilindiğine göre, onların verdikleri mücadele, olması gereken din ile değil, kurumlarca sunulan din olgusuyla olduğu aşikârdır. Tevhit unsurlarının reddi denilen böylesi süreçlerde insan ve din kavgasından bahsedilemez. Onların itirazlarına muhatap olan kabullerin Tanrı’nın indirdiği din değil, onun beşer ve kurum aracılığıyla sunulan şekilleridir diyebiliriz. Buna göre, akleden insanların itirazlarına muhatap kılınan kabuller Yüce Allah’ın dini değil, beşerin ve dahi din adamlarının sunduğu dindarlık ölçekleri olmuştur. Tevhidin reddi mealinde olmasa bile, modern insanın bazı kişi ve kurumların din diye sunduğu kabullerle tartışıp bu gibi olası dindarlıklarla mücadele ettiği de bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki bunun adına deizm denilen ve ortaya çıktığı sürede kurumsallaşan dindarlığın kabulleri ile sunumlarıyla çatışan bir dindarlık ölçeği de bulunmaktadır. Değişen ve gelişen zaman içinde deizmin adeta ateizmi besleyen bir kabul olması ise, sadece tek Tanrı anlayışını kabul edip Yüce Allah’ın haber verdiği pek çok ölçü ve kurumsal kazanımdan (Ahiret hayatı, peygamberlik, vahiy süreci vb. gibi) uzak kaldığını da göstermektedir. Bize göre, adeta Yüce Tanrı’nın tespitindeki on kazanımdan birisini merkeze alan deizmin zaman içinde tevhide değil ateizme daha yakın durduğu süreçleri de devreye sokmuştur. 


Denilebilir ki, ortaya çıktığı zamanlar itibariyle bazı toplumların merkeze aldığı dindarlık ölçülerine itiraz eden deizmin tetikleyici unsurlarının başında gelen yaklaşım, Müslümanların ya da genel anlamda dindarların ahlâkî zafiyetlerinin hak dine mal edilerek basamak yapılmasıdır. Bu sürecin en sorunlu kazanımları fetva ile takva ölçüsünün kaybı ile başlayan bir sürece işaret etmektedir. Böylesi zamanlara gebe olarak ilkesel dindarlıktan ziyade fıkıh dindarlığının merkeze alınması, hayatın gerekli kazanımlarını devre dışı bırakan bir yaklaşımın merkeze alınıp, adeta “hayvana su veren insan” ölçeğinde hayata tutunmayan merhametin kaybı da böyle bir tercihtir. 


Kendi dönemlerinde hayata dokunan din ve dindarlığı besleyici ve dahi örneklendirici bir tercihi olan elçilerin, insanların “elinden tutan" bir kişilik oldukları akıldan çıkarılmamalıdır. Hatta seçilmiş olan elçilerin yaşamsal devirlerinde örnek oldukları dindarlığın, hem kendi ve hem de muhataplar nezdinde yaşam fonksiyonelinde devreye aldıkları sadeliklerin devre dışı kalması, onların yerine kurgulanan bir dindarlığın da merkeze alınmasına neden olmuştur. 
Gerek insanlığın ve de gerekse dindarlığın her iki aşamasında da hayat süren Hz. Ömer’in tespitine göre: "Eğer sen sadece emsallerinle oturup kalksaydın seninle sohbete nail olamazdık" diyen muhatapların sosyal seviyesi bile bu kazanıma işaret etmektedir. Buna göre, Müslümanlık denilen dindarlığın yaşanan hayata anlam katan kabul durumundaki ahlâk merkezli kazanımlarla beslenmesi, tevhit bağlamındaki sahih dindarlığın ana kazanımıdır.
 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.