Mehmet Nuri BİNGÖL
Köşe Yazarı
Mehmet Nuri BİNGÖL
 

ZİLLETİ VE USA'CI FETÖYÜ SAVUNMAK ASYACILIK MI!

ZİLLETİ VE USA'CI FETÖYÜ SAVUNMAK ASYACILIK MI! ” ASYA kelamını ve ruh meydanını gasp edenlere feyizli (!) bir ihtar! ‘Biz her planda Asyacıyız.’ diyen zat, Rahmetlik Necip Fazıl Kısakürek’tir. Diğer bir Rahmetlik de Mustafa Nezihi Polat. Bu ismi, hem bu tedaiden hem de Üstad’ın “Eddai”sinde geçen “Zemin-i Asya” tamlamasından istihraç etmiş. ” Enbiyanın ağlebinin Asya’da zuhuru…” meselesi ise kaynağının ne olup ne olmaması gerektiğini zaten izahta. Sadece -şimdi- yalpalayan “paralelci kankası” bir mevkutenin “ismi ve cismi” olamaz yani. Fakülteden mezuniyetten sonra altı ay denediğim basın hayatımla alâkalı diyebilecek çok ibretlik hatıram var ama “kol kırılır yen içinde kalır” ve “ bazı ifsadat perde altında kaldıkça zarar vermez” ihtarından dolayı, –bu yazının dar sularında- temas etmeyeceğim. Sadece, en başa aldığım ve biraz reforme ettiğim ifadeyi not düştükten sonra Anadolu’nun bağrına atılmıştım. Yaptığım –altı aylık tecrübe ile kati kanaata vardığım- istila edilmiş kaleyi bir açıdan içerden, bir açıdan da civardan yeniden kuşatmaktı. Zaman gösterdi ki o günkü masumiyetim “ dermanın hadden geçmesi” gibi bir “Hayalilikten” başka bir şey değilmiş. Gözünüz önünde, aşılması pek kolay zannettiğiniz tepe hiçbir vakit ehemmiyetli değildir; ya o Seddi aşılmaz kılan ardındaki –bir bakıma- “derin” tepeler, sonra da dağlar… Bu hakikatı o gün de hisseden kalbimin sevkettiği parmaklarım, yazı makinasından neler döktürmüş diye baktım da, derin bir “Hamdolsun” çektim: “ Bütün hâller için Elhamdulillah!” “Bazıları binbir güçlüğe göğüs gerip de neden tepelere, zirvelere tırmanmayı pek severler diye düşündüğüm çok olmuştur. Hafızamdan türlü mısralar, çok sözler, çeşitli kinayeler baş uzatır uzatmasına, ama pek çoğunda, haksızlık olmasa da, eksiklik bulurum. İnsan kimi zaman kendini ispatlamak hissine düşermiş; öyle diyorlar. Bir şeyleri yenmek isteyenlerin gözlerini ilk başta çekiveren unsurların başında dağların gelmesinden daha normal ne olabilir? Hem yapılan hem de düşünülen pek de haksız sayılmaz hani... Eğer oradan tekrar ‘inmek ‘ mecburiyet ve zarureti olmasaydı elbet… Buna benzer sürü meseleyi evirip çeviriyordu zihnim. İkindi sonrası idi; ‘ gün akşamlı’ idi. ‘Güneş batarken önce sararır’ diyen, sanki o vakti görmüşe benzerdi. Düşünceme -madem- yine tepeler, zirveler ve dağ silsileleri oturmuştu; bari “fukara” evimi kuşbakışı seyredenine –şöyle bir – tırmanmalıydım. Evden çıktım; hâlimi gören, gemileri karaya vurmuş kaptan sanırdı. Yokuşa vurmadan önce temiz dağ havasını koklamalıydım bir, tedirginlik ve gerginlik atılabilirdi belki; şükür ki işe yaradı. Adalelerin gerilmesi ve ter dökmesi, ardarda dizili sıradağlardan beter endişeleri -galiba– itekleyip duruyordu. Yamacını yarılayınca -orada bir çeşme vardır- asıl manzaranın önünü kapatan perdenin ‘bahem’, aniden, birden üst üste yığılmış kuruntularla birlikte sıyrıldığını anlayıp içim açıldı. Dudaklara ihtiyarsızca takılan bir rast nağme ve hafif gülümseme… Endişe koyuluklarıyla fikir karanlıkları tutunamayacaklar galiba; hadiseleri tam ve doğru anlama manasındaki “güzel görme” alışkanlığı tekrar avdet edecek gibi dünyama… Bu iyi işte. Vadiden sonra başlayan ormandan dönenler, zihnimdeki son ağları da temizledi; kadınlar, erkekler, çocuklar… Merkep ve katırlar uzun dallarla yüklü; çam ve ardıç dalları. Yörenin çalışkan insanları tarlalarından dönerken, Orman İdaresi’nin işaretlediği kuru ve yaşlı bedenleri devirmeden duramamışlar demek ki… Fazla oyalanmazdım onlarla; asıl manzara kuzeydoğuda idi çünkü; –Allah’ım– ne manzara idi. Zirvesindeki beyazlığın ancak yazın silindiği Akdağ’lar, peysajı tamamen kapatmıştı. Etekleri elma, vişne, kiraz bahçeleri; biliyorum. Yamaçlarda zümrüt çamlar; oradan bile iyi görülüyordu.’ Acaba haklı mıydım?” sualini cevaplayabilecek halde miyim; emin değilim. Yalakta köpüren sulara aldırmadan kenarına oturuyorum, içcebimizden çıkarılan kağıtta çiziktirdiklerim –orada– daha sevimli geliyor bana; sesler duyar gibiyiz. Takırtılar, şakırtılar, gönül naraları… Hindikuşlar – şimdi – böyle ak paktır; kışın çatlayan , kanayan, moraran, donan, düşman bombalarından yanan eller, baharın ılıklığında onmaya durmuştur belki… Helikopterler yine -pır pır – insan avına çıkmışlardır. Ama dağlar onların; onlar dağların. Acaba haksız mıydım? Anlamak için satırlara bakıyorum yine ; kimbilir neler yazmışım fi tarihinde ve İstanbul’dan memlekete geçme “mecburiyeti” doğunca… ‘Dağlar bizim yüreğimiz, herşeyimiz… Oralardan kopup gelmişiz, oraları çekecek zihnimiz. Ufuklarda gene onlar, kuşatmışlar çepeçevre… Dağlar bizi dağlamadı, dağlayamaz. Bağır verdi boralara, taunlara, Calutlara… Coşkun Fırat ordan doğar, müştak Ferhat onu deler biteviye…Ya ne eser oralardan; bilmez miyiz; dağlar bizim yüreğimiz.“ Nazarımızı bunlar için mi evirir çevirir kendine bağlardı?.. Zümrüt çamlar hatırlatmada; “ Uhud bizi sever, biz de Uhud’u…” Bunu da yazmış mıyız? Hira unutulmuş mu yoksa? ‘Her hakikat oraya iner, oradan akseder yüceliklere… Kol gerer, kanat gerer her ayak izine, gönül azmine. Hangi uzaklığın pençesinde salınsalar da, davet türküleri bestelerler daima. Gözlerimiz nur bağırlı dağlardadır; Hira’dadır, Tur’dadır, Cudi’dedir, hepsinde. Öte yandan Erek’te, Başit’te,Yuşa’da, Çam Dağı’nda…” Gözlerimiz nur bağırlı dağlardadır. Sanırlar ki onlar taş bağırlıdır ve kendilerine sunulmuş birer sofradır; “Han-ı Yağma” misali… Yanılmaları bu bakımdan haksız, kuşkuları o yüzden sınırsız. Asım’lar, Nesl-i cedid’ler, İbrahim ve Mehmed’ler… Ya Zekailer? Çamdağı’ndan bihaber olanlara, gel de onları anlat. Ama ne gam; dağlar bizim yüreğimiz.“ Yine hüzün tülleri gerilecek zihnimize; en iyisi bumburuşuk kâğıdı okuduktan sonra geriye dönmek. ‘Marşımızı her seherde onlar dokur. Domur domur günlere bağır açarlar şafak vakitleri… Kışı erken, baharı geç görürler; ama – çoğunun inadına- yine de görürler. Baharı – geç de olsa – dağlarda yaşamalı. Geç görmek, hiç görmemekten elbette daha sevimli, daha “mücerreb”…. Müjdeler ve ihbarat oraya kapı açar, oralardan kapı açar. Dağlar birer ana bağrı; tohum için toprak neyse, hepimize de aynı… Her hakikata kol germiş, kanat germiş; bilirsiniz. Dağlar bizim yüreğimiz.” Mühim Notlar başlığıyla “çalakalem” ve – o an- bitiremediğim hissiyatımın devamı ve arka planı oldukça çetrefilli, bazen de “zülf ü yare dokunma” tehalükü taşıdığından alegorik konuşmak en münasibi. O ebadı geniş sohbeti de sonraya bırakmalı… Ama şu bilinmeli; dağlar madem bizim yüreğimiz, onların bol olduğu Asya mekânı da bizim. O, hem Alem-i İslam’ın birliğini temsildedir hem de 'Eski çağların Cihangir ASYA ordularının torunları”nın ittihadının. Rahmetlik Necip Fazıl, belki de o sebepten “ Biz her planda Asyacıyız demiştir.” Bu nam, sadece ve sadece Kongre Heyetine, 2023'te CHP adayını destekleme kararı aldıran “bir” gazetenin –veya birilerinin- “tekel”ine aldığı bir isim değildir. Mehmet Nuri Bingöl
Ekleme Tarihi: 19 Ocak 2022 - Çarşamba

ZİLLETİ VE USA'CI FETÖYÜ SAVUNMAK ASYACILIK MI!

ZİLLETİ VE USA'CI FETÖYÜ SAVUNMAK ASYACILIK MI! ” ASYA kelamını ve ruh meydanını gasp edenlere feyizli (!) bir ihtar! ‘Biz her planda Asyacıyız.’ diyen zat, Rahmetlik Necip Fazıl Kısakürek’tir. Diğer bir Rahmetlik de Mustafa Nezihi Polat. Bu ismi, hem bu tedaiden hem de Üstad’ın “Eddai”sinde geçen “Zemin-i Asya” tamlamasından istihraç etmiş. ” Enbiyanın ağlebinin Asya’da zuhuru…” meselesi ise kaynağının ne olup ne olmaması gerektiğini zaten izahta. Sadece -şimdi- yalpalayan “paralelci kankası” bir mevkutenin “ismi ve cismi” olamaz yani. Fakülteden mezuniyetten sonra altı ay denediğim basın hayatımla alâkalı diyebilecek çok ibretlik hatıram var ama “kol kırılır yen içinde kalır” ve “ bazı ifsadat perde altında kaldıkça zarar vermez” ihtarından dolayı, –bu yazının dar sularında- temas etmeyeceğim. Sadece, en başa aldığım ve biraz reforme ettiğim ifadeyi not düştükten sonra Anadolu’nun bağrına atılmıştım. Yaptığım –altı aylık tecrübe ile kati kanaata vardığım- istila edilmiş kaleyi bir açıdan içerden, bir açıdan da civardan yeniden kuşatmaktı. Zaman gösterdi ki o günkü masumiyetim “ dermanın hadden geçmesi” gibi bir “Hayalilikten” başka bir şey değilmiş. Gözünüz önünde, aşılması pek kolay zannettiğiniz tepe hiçbir vakit ehemmiyetli değildir; ya o Seddi aşılmaz kılan ardındaki –bir bakıma- “derin” tepeler, sonra da dağlar… Bu hakikatı o gün de hisseden kalbimin sevkettiği parmaklarım, yazı makinasından neler döktürmüş diye baktım da, derin bir “Hamdolsun” çektim: “ Bütün hâller için Elhamdulillah!” “Bazıları binbir güçlüğe göğüs gerip de neden tepelere, zirvelere tırmanmayı pek severler diye düşündüğüm çok olmuştur. Hafızamdan türlü mısralar, çok sözler, çeşitli kinayeler baş uzatır uzatmasına, ama pek çoğunda, haksızlık olmasa da, eksiklik bulurum. İnsan kimi zaman kendini ispatlamak hissine düşermiş; öyle diyorlar. Bir şeyleri yenmek isteyenlerin gözlerini ilk başta çekiveren unsurların başında dağların gelmesinden daha normal ne olabilir? Hem yapılan hem de düşünülen pek de haksız sayılmaz hani... Eğer oradan tekrar ‘inmek ‘ mecburiyet ve zarureti olmasaydı elbet… Buna benzer sürü meseleyi evirip çeviriyordu zihnim. İkindi sonrası idi; ‘ gün akşamlı’ idi. ‘Güneş batarken önce sararır’ diyen, sanki o vakti görmüşe benzerdi. Düşünceme -madem- yine tepeler, zirveler ve dağ silsileleri oturmuştu; bari “fukara” evimi kuşbakışı seyredenine –şöyle bir – tırmanmalıydım. Evden çıktım; hâlimi gören, gemileri karaya vurmuş kaptan sanırdı. Yokuşa vurmadan önce temiz dağ havasını koklamalıydım bir, tedirginlik ve gerginlik atılabilirdi belki; şükür ki işe yaradı. Adalelerin gerilmesi ve ter dökmesi, ardarda dizili sıradağlardan beter endişeleri -galiba– itekleyip duruyordu. Yamacını yarılayınca -orada bir çeşme vardır- asıl manzaranın önünü kapatan perdenin ‘bahem’, aniden, birden üst üste yığılmış kuruntularla birlikte sıyrıldığını anlayıp içim açıldı. Dudaklara ihtiyarsızca takılan bir rast nağme ve hafif gülümseme… Endişe koyuluklarıyla fikir karanlıkları tutunamayacaklar galiba; hadiseleri tam ve doğru anlama manasındaki “güzel görme” alışkanlığı tekrar avdet edecek gibi dünyama… Bu iyi işte. Vadiden sonra başlayan ormandan dönenler, zihnimdeki son ağları da temizledi; kadınlar, erkekler, çocuklar… Merkep ve katırlar uzun dallarla yüklü; çam ve ardıç dalları. Yörenin çalışkan insanları tarlalarından dönerken, Orman İdaresi’nin işaretlediği kuru ve yaşlı bedenleri devirmeden duramamışlar demek ki… Fazla oyalanmazdım onlarla; asıl manzara kuzeydoğuda idi çünkü; –Allah’ım– ne manzara idi. Zirvesindeki beyazlığın ancak yazın silindiği Akdağ’lar, peysajı tamamen kapatmıştı. Etekleri elma, vişne, kiraz bahçeleri; biliyorum. Yamaçlarda zümrüt çamlar; oradan bile iyi görülüyordu.’ Acaba haklı mıydım?” sualini cevaplayabilecek halde miyim; emin değilim. Yalakta köpüren sulara aldırmadan kenarına oturuyorum, içcebimizden çıkarılan kağıtta çiziktirdiklerim –orada– daha sevimli geliyor bana; sesler duyar gibiyiz. Takırtılar, şakırtılar, gönül naraları… Hindikuşlar – şimdi – böyle ak paktır; kışın çatlayan , kanayan, moraran, donan, düşman bombalarından yanan eller, baharın ılıklığında onmaya durmuştur belki… Helikopterler yine -pır pır – insan avına çıkmışlardır. Ama dağlar onların; onlar dağların. Acaba haksız mıydım? Anlamak için satırlara bakıyorum yine ; kimbilir neler yazmışım fi tarihinde ve İstanbul’dan memlekete geçme “mecburiyeti” doğunca… ‘Dağlar bizim yüreğimiz, herşeyimiz… Oralardan kopup gelmişiz, oraları çekecek zihnimiz. Ufuklarda gene onlar, kuşatmışlar çepeçevre… Dağlar bizi dağlamadı, dağlayamaz. Bağır verdi boralara, taunlara, Calutlara… Coşkun Fırat ordan doğar, müştak Ferhat onu deler biteviye…Ya ne eser oralardan; bilmez miyiz; dağlar bizim yüreğimiz.“ Nazarımızı bunlar için mi evirir çevirir kendine bağlardı?.. Zümrüt çamlar hatırlatmada; “ Uhud bizi sever, biz de Uhud’u…” Bunu da yazmış mıyız? Hira unutulmuş mu yoksa? ‘Her hakikat oraya iner, oradan akseder yüceliklere… Kol gerer, kanat gerer her ayak izine, gönül azmine. Hangi uzaklığın pençesinde salınsalar da, davet türküleri bestelerler daima. Gözlerimiz nur bağırlı dağlardadır; Hira’dadır, Tur’dadır, Cudi’dedir, hepsinde. Öte yandan Erek’te, Başit’te,Yuşa’da, Çam Dağı’nda…” Gözlerimiz nur bağırlı dağlardadır. Sanırlar ki onlar taş bağırlıdır ve kendilerine sunulmuş birer sofradır; “Han-ı Yağma” misali… Yanılmaları bu bakımdan haksız, kuşkuları o yüzden sınırsız. Asım’lar, Nesl-i cedid’ler, İbrahim ve Mehmed’ler… Ya Zekailer? Çamdağı’ndan bihaber olanlara, gel de onları anlat. Ama ne gam; dağlar bizim yüreğimiz.“ Yine hüzün tülleri gerilecek zihnimize; en iyisi bumburuşuk kâğıdı okuduktan sonra geriye dönmek. ‘Marşımızı her seherde onlar dokur. Domur domur günlere bağır açarlar şafak vakitleri… Kışı erken, baharı geç görürler; ama – çoğunun inadına- yine de görürler. Baharı – geç de olsa – dağlarda yaşamalı. Geç görmek, hiç görmemekten elbette daha sevimli, daha “mücerreb”…. Müjdeler ve ihbarat oraya kapı açar, oralardan kapı açar. Dağlar birer ana bağrı; tohum için toprak neyse, hepimize de aynı… Her hakikata kol germiş, kanat germiş; bilirsiniz. Dağlar bizim yüreğimiz.” Mühim Notlar başlığıyla “çalakalem” ve – o an- bitiremediğim hissiyatımın devamı ve arka planı oldukça çetrefilli, bazen de “zülf ü yare dokunma” tehalükü taşıdığından alegorik konuşmak en münasibi. O ebadı geniş sohbeti de sonraya bırakmalı… Ama şu bilinmeli; dağlar madem bizim yüreğimiz, onların bol olduğu Asya mekânı da bizim. O, hem Alem-i İslam’ın birliğini temsildedir hem de 'Eski çağların Cihangir ASYA ordularının torunları”nın ittihadının. Rahmetlik Necip Fazıl, belki de o sebepten “ Biz her planda Asyacıyız demiştir.” Bu nam, sadece ve sadece Kongre Heyetine, 2023'te CHP adayını destekleme kararı aldıran “bir” gazetenin –veya birilerinin- “tekel”ine aldığı bir isim değildir. Mehmet Nuri Bingöl
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.